Dikkat:

Bu konuya girmeden önce, tasavvuftan feyiz almaya gayret eden psikolojinin çok önemli bir ilkesini hatırlatmak istiyorum. İnsan olması dolayısıyla her insan; mübârek, Hazret­i İnsan’dır. Tasavvuf terbiyesi ise bizleri başkalarının kusurlarını değil, kendi kusurlarımızı görmeye yönlendirir. Bu sebeple bir eşcinselin kendini içinde en rahat hissedebileceği topluluk, tasavvuf meclisidir. Kusur görmeme, görünce de ısrar etmeme üzerine terbiye almış dervişler, tüm insanların karşısında nasıl duruyorlarsa eşcinsel bir kimsenin karşısın­da da öyle dururlar. Mürşid­-i Kâmil’in nazarı mevzuuna hiç girmiyorum; haddim olma­yarak bu bahse girseydim bu yazımızı okuyan eşcinsel kardeşlerim tarifsiz güzel hâller ile ağlarlardı. Fakat doktor olmak hasebiyle, kusur görüp haz almak için değil; ama acı çeken insanlara yardım etmek ama­cıyla bu konuya, tüm yönleriyle temas etmek durumundayız.

Eşcinsellik Bahsine Güncel Bir Bakış

Bugün, hem kadınlarda hem de erkekler arası eşcinsellikte 2009'dan itibaren farkedilir bir artış görülmektedir.
1990'dan itibaren genç kadınlar arasındaki, en az bir kadınla ilişki 3 misline çıkmıştır; erkeklerde de benzer artış müşâhede edilmektedir.
2009'da %4.5 olan erkek erkeğe eşcinsel ilişki 2016'da %8.3'e yükselmiştir. Kadınlarda aynı oran %10.2'den %14.1'e gelmiştir.
2009’dan itibarenki bu artışı, diğer psikolojik parametrelere (depresyon, anksiyete vb.) paralel görebiliriz; ve İnternet Nesli kitabının yazarı Jean Twenge bütün bu olumsuz değişimleri, 2012’de akıllı telefonların yaygınlaşması ile açıklar.

Bu kadar kısa zaman içerisinde böyle bir artış, eşcinsellik üzerine öne sürülen genetik teorileri (“doğuştandır” teorilerini) tamamen çürütür ve başka sebepler aramamıza yol açar; bazı eşcinsel araştırmacılar tarafından öne sürülen, eşcinselliğin genetik temellere dayandığı teorisi bugüne kadar kabul görmemiştir. Eşcinsel lobisinin bütün dünyada sürdürdüğü normalleştirme, kabul ettirme çabaları bu sonuçları açıklar. Cep telefonu ekranı bizim Matrix Sendromu diye tanımladığımız sanal bağımlılığın ana giriş kapısıdır ve Matrix dünyası olabildiğince edepsiz, ahlaksız ve kaotiktir.

2018'de Avrupa Parlamentosu 435 oya karşı 109 oyla eşcinsellere yapılan “conversion /değişim” terapisini kabul etmeyerek kendisine bağlı ülkelerden böyle bir terapinin yasaklanmasını istemiştir ve İsviçre, Almanya gibi bazı ülkeler bu yasağı tatbik etmişlerdir.

 

Size bu sayfada “Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili” kitabımızda yer verdiğimiz “Eşcinsellik” yazısını ve bazı yeni katkılarımızı sunacağız. Bu süreçte bazı değişiklikler oldu. Bunlardan biri, tedaviyi kendileri talep eden eşcinsellere uygulanan terapinin “adı”dır. O tarihlerde İngilizce’den çevirerek kullandığımız “Onarım Terapisi” yerine “Talep Üzerine Eşcinsellik Terapisi” tabiri daha uygun görünüyor.

Bu konuda son olarak Avrupa’da ve kısmen ABD’de meydana çıkan bazı gelişmelere dikkatinizi çekmek isteriz. Mart 2018 Avrupa Parlamentosu 435 oya karşı 109 oyla eşcinsellere yapılan “conversion /değişim” terapisini kabul etmeyerek kendisine bağlı ülkelerden böyle bir terapinin yasaklanmasını istemiştir ve İsviçre, Almanya gibi bazı ülkeler bu yasağı tatbik etmişlerdir. Bu, şu mânâya gelir: Diyelim ki, 16-20 yaşları arasında bir ergen, Matrix’in, internetin kışkırtması ile bazı eşcinsel ilişkilerde bulundu ve sonrasında iğrenerek vazgeçti ve yardım arıyor; karşısına çıkan her terapist, “Hayır ben sana yardım edemem, sen böyle doğdun, bunun tedavisi yoktur.” diyor. Nitekim maalesef Türkiye’mizde de böyle konuşan psikolog ve psikiyatristler var; farkına varmadan Batı’nın taklitçisi olarak veya daha kötüsü, bal gibi bilerek yalan söylüyorlar ve meslek ahdini çiğniyorlar. Yasa koyucunun bu durumu artık görüp böyle söylemleri suç kapsamına alması lazım; yoksa fazla geçmeden tam tersi olacak ve bizde de yardım terapisi yasaklanacak. Bakın çökmekte olan bir Batı medeniyetinin kenarında yaşıyoruz; bu, mübârek olup da mübârekliklerini bilmeyen insanların hayat tarzı, sadece çevreyi yok etmekle kalmıyor, insanlığı da ifsâd ediyor.

Bu durumdan muzdarip olan ana babalar, devletin tedbir alması için, kendi çocukları da tehlikede olan milletvekillerine ve hatta CİMER’e müracaat etsinler.
Ekran Resmi 2020-05-08 07.17.59

 

Peki bu gidişata karşı ne yapabiliriz? Size burada sunduğumuz grafik, 2016 yılına kadar olan yükselişi gösteriyor; bize başvuran ebeveynlerin ve eşcinsellerin kendi talepleri, her geçen gün bu durumun daha da vahâmet kazandığını düşündürüyor. Öncelikle küresel çapta büyük bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu bilelim; “birileri” ipleri oynatıyor ve insanlık gittikçe edepsizleşiyor. Toplumun her alanına sızmış bir girişim var; politika, meslek kuruluşları, hukuk sistemi, barolar, televizyon ve sinema endüstrisi, sanat dalları, edebiyat (bu kelimeye dikkatinizi istirham ederiz), üniversiteler, büyük holdingler ve hatta din kurumları kuşatma altında. Hiçbir üniversitede “eşcinsellik” üzerine tarafsız bir araştırma yapmak artık mümkün değil; hemen “homofobi” denen saçma sapan bir tabirle yaftalanıyorsunuz. Birçok gence bu durum “insan hakları” diye yutturulmak isteniyor; halbuki bu varoluş tarzı, aşağıda açıkladığımız gibi, hayat beklentisini ortalama 20 yıl kısaltan ve sadece AIDS’e değil, bir dizi somatik ve psikolojik hastalığa sebep olan bir pandemi.

Öyleyse bu durumdan muzdarip olan ana babalar, devletin tedbir alması için, kendi çocukları da tehlikede olan milletvekillerine ve hatta CİMER’e müracaat etsinler. Son günlerde, bu tehlikenin farkına varan Rusya, kritik kararlar almıştır. Ayrıca yine bu ana babalar, psikiyatri ve psikoloji kuruluşlarına şikayet mektupları yağdırsınlar. Acilen eşcinsellik ve diğer cinsel rahatsızlıklar üzerine bir enstitü kurulması ve terapist yetiştirilmesi lazım. Diğer yandan, sivil toplum kuruluşları da böyle bir “gey hayat tarzının” ne kadar tehlikeli olduğunu farklı yollardan halka açıklasınlar. Bakın, bir Müslüman, eşcinsellik maddî ve mânevî açıdan insana zarar verdiği için eşcinselliğin düşmanıdır; ama “hazreti insan” olduğu için her eşcinsel mübârektir. Dolayısıyla bütün eşcinsellere, hürmet ve anlayışla yaklaşmak elzemdir; “ince” İslâm budur.

Biz edepli bir milletiz; sadece kendimize değil, dünyaya da fütüvvet ahlâkımız ile hizmet verdik ve vermeye de devam ediyoruz. Bu mevzûda da Türkiye’nin, başta İslâm âlemi olmak üzere bütün dünyaya önder olması lazım; bizden beklenen bu. İpleri ellerinde tutan bazı Matrix kodamanları kendilerini çok güçlü zannediyorlar; gelin bu oyunu bozalım; akl-ı selîm ve ahlâk-ı hamîdiyye gâlip gelsin; inanın biz bunu yapmaya muktediriz.

Acilen eşcinsellik ve diğer cinsel rahatsızlıklar üzerine bir enstitü kurulması ve terapist yetiştirilmesi lazım.
Bir Müslüman, eşcinsellik maddî ve mânevî açıdan insana zarar verdiği için eşcinselliğin düşmanıdır; ama ``hazreti insan`` olduğu için her eşcinsel mübârektir. Dolayısıyla bütün eşcinsellere, hürmet ve anlayışla yaklaşmak elzemdir; “ince” İslâm budur.
Biz edepli bir milletiz; sadece kendimize değil, dünyaya da fütüvvet ahlâkımız ile hizmet verdik ve vermeye de devam ediyoruz. Bu mevzûda da Türkiye’nin, başta İslâm âlemi olmak üzere bütün dünyaya önder olması lazım; bizden beklenen bu.

Eşcinsellik Nedir?

Eşcinsellik, cinsel olarak kendi cinsine ilgi duymak ve cinsel isteklerini kendi cinsinden kimselerle yatıştır­mak huyunda olmaktır.

Bu konuyla ilgili bazı kavramlar:

Gey: Eşcinselliğini problem etmeyen, hatta bundan onur duyan kişi.
Pedofili: Ergenlik öncesi çocuklara düşkünlük.
Hebefili: Ergenlik sonrası çocuklara düşkünlük.
Biseksüel: Hem kendi cinsiyle hem de karşı cinsle ilişki kuranlar.
Travesti: Kadın (veya erkek) kıyafeti giyen eşcinseller.
Transseksüel: Kendi biyolojik, fıtri cinsiyetini benimsemeyen; fıtrî hâline yoğun bir tepki hisseden kişi.
Çocuklukta Cinsel Kimlik Uyumsuzluğu (Gender Identity Disorder of Childhood): Çocuğun kendi bedenini ve benliğini biyolojik yapısının aksine, karşı cins gibi algılama­sı ve davranışlarında buna uygun tarzda yönelişi.
Androjen: Erkek ve kadın özelliklerinin kombinasyonu.
Homofobi: Eşcinsellere yönelik kaygılı duygular taşımak.

Eşcinselliğin Tipleri

Eşcinsellik denilince tek tip bir durumdan bahsetmek zordur. Çeşitli eşcinsel tipleri var­dır. Aile dinamiği, kültür ve kişilik yapısı gibi birçok parametreye göre eşcinsellik tipleri değişebilir.

 

a) Açıkça yaşanan ego-sintonik eşcinsellik:

Bu durumdaki kişilerin ilk bakışta ahlâkî, vicdânî, aklî bir problem yaşamadıklarını görürüz; utanç da hissetmezler. Giyim/kuşam ve hayat tarzları, alt kültür davranış/ritüelleri ile eşcinselliklerini hem sergiler hem de özellikle vurgularlar. Uygun “eş” bulduklarında ise çekinmeden beraber olurlar.

b) Gizli yaşanan/hissedilen ego-distonik eşcinsellik:

Bu durumda kişinin mantığı, sağ­ duyusu ve vicdanı, durumuna sürekli karşı çıkar. Kişi kendiyle sanki savaş hâlindedir; zaman içerisinde depresyon, kronik kaygı, bağımlılık gibi ikincil patolojiler müşâhede edilebilir. Bu grup kabaca, fiiliyata dökenler ve dökmeyenler olarak ikiye ayrılabilir.

c) Geçici eşcinsellik:

Özellikle ergenlerde görülen, geçiş dönemi eşcinsel duygu ve dürtüler. Bu grup da fiiliyata dökenler ve dökmeyenler olarak ikiye ayrılabilir.

d) Durumsal eşcinsellik:

Hapishane, manastır ve benzeri örnekler.

 

 

 

 

 


e)
Patolojilere paralel giden eşcinsellik:

Sınır rahatsızlık (BL), manik/hipomanik hâller ve psikozlar çerçevesinde görülen eşcinsellik.

f) Geçici yasak ilişkiler çerçevesinde yaşanan eşcinsellik:

Mesela, evli bir erkek veya hanımın kaçamakları. Genelde ego­distonik yapıdadır. Travesti tutkunları vb.

g) Oğlancı/sübyancılar.

h) İçinde yaşanan toplumun ve zamanın tesiri ile neredeyse “zoraki” yaşanan eşcinsel eylemler:

Mesela, Varoluşçu’ların, “varoluş özgürlüğünü doya doya, tıka basa yaşama” eşcinselliği. Varoluşçu terapi öğrenmek isteyenlere, “Önce var ol, sonra gel” tavsiye­leri. Bir başka örnek, Avrupa’da ergen ve genç erkeklerin cinsel ilişkiye girmek iste­yen kızlara, “Lezbiyen tecrüben var mı?” diye sormaları ve yanıt hayır ise “Seninle yatmam” tehdidi.

i) Sanal alanda çok yönlü/sapık temayüller esnasında yaşanan sadist, mazohist, feti­şist ve eşcinsel yaşantılar ve bunların sporadik olarak fiiliyata dönüşmesi.

Psikiyatri'nin ve Psikoloji'nin Eşcinselliğe Yaklaşımı

Psikoloji biliminin üç büyük öncüsü olan Freud, Jung ve Adler eşcinselliği kısmen doğal, kısmen de patolojik bir durum olarak görmüşlerdir.
Neticede hem Freud hem de Jung, eşcinselliği kısmi bir hastalık/patoloji olarak gö­rür ve oluşturdukları teori çerçevesinde, her hâlükârda yetersiz bir gelişim olarak telakki ederler. Adler ise, eşcinselliği bir sapıklık olarak tanımlar.

 

Carl Gustav Jung’a göre:

C.G. Jung, “Arketipler ve Kolektif Bilinçdışı” kitabının 1989 tarihli orijinal Almanca 7. baskısının 86. sayfasında, eşcinselliğe değinir ve erkek kimliğinin “anima” ile ilişkisini anlatır.

Merkezî anne arketipinin etrafında olan anima, eğer bir erkekte fazla gelişirse onun ka­rakterini yumuşatır ve onu hassas, asabi, fevri, kıskanç ve uyumsuz yapar.

Jung, erkek eşcinselliğinin “anima” ile bağlantılı olduğunu söyler. Jung’a göre bu süreç daha ziyade hermafrodit arketipten yetersiz bir şekilde ayrışmayı temsil eder. Tek yönlü bir cinsiyet kimliğine karşı yoğun bir direnç vardır. Ve Jung, “Bu durum, aslî cinsel kim­lik tamamen yok olmadıkça her zaman patolojik olmayabilir.” der.

 

C. G. Jung, Analitik Psikoloji üzerine kaleme aldığı iki makalesinde eşcinsel eğilimleri “yetersiz, eksik bir gelişim süreci” olarak tanımlar.

Aslında bu tanımların ötesinde eşcinsellik, Jung psikoterapi ekolünün ana amacı olan “individuation/ferdîleşme” sürecinde, yani merkezî arketip olan ve insanın tümcelliğini, düalizm ötesi varoluşunu temsil eden “Self ”e (bizde; gerçek benliğe, “Can”a) ulaşma çaba­sında problem teşkil eder. Zira dengeli bir animus/anima yapısı, ferdîleşmenin olmazsa olmaz bir koşuludur.

 

Alfred Adler’e göre:

A. Adler, “Eşcinsellik Üzerine” adlı kitabında eşcinselliği, cinsel sapıklıklar kategorisinde değerlendirmiştir (Adler A., Eşcinsellik Üzerine, Say yay.).

Bu kategoride yer alan tüm cinsel sapıklıkların (eşcinsellik, sadizm, mazoşizm, mastürbasyon, fetişizm vb.) ortak özelliklerini ise şöyle sıralamıştır:

  1. Her sapıklık, erkekle kadın arasındaki büyümüş ruhsal uzaklığın dışavurumudur.
  2. Her sapıklık, normal cinsellik rolünün benimsenmesine karşı açığa vurulan az ya da çok güçlü bir başkaldırı, sapık kişinin zayıflamış kişilik duygusunu güçlendirmeye yönelik planlı ama bilinçdışı bir çabadır.
  3. Sapıklarda normal partneri değersizleştirme eğilimi hiçbir zaman eksik değildir; dolayısıyla, dikkatle bakıldı mı, partnere duyulan bir kin ve ona karşı savaş, sapıkların davranışında öne çıkan özelliklerdir.
  4. Erkeklerdeki sapıklık eğilimi, kadının aşırı değerlendirme konusu yapılmış gücü karşısındaki aşağılık duygusunu gidermek için başvurulan kompenzasyon (dengeleme) çabasıdır. Kadındaki sapıklıklar da yine onun kendisinden güçlü gözüyle baktığı erkek karşısındaki aşağılık duygusunu gidermek amacına yönelik bir çabadır.
  5. Sapıklık, her zaman aşırı duyarlılığın, ileri derece bir hırs ve inatçılığın yer aldığı ruhsal yaşamdan doğup çıkar.


Sigmund Freud’a göre:

S. Freud’a göre insan, yaradılış itibarıyla sadece cinsel or­ganlarla sınırlı olmayan, tüm bedene yayılmış, hatta iç organları bile kapsayan bir uyarılma, haz alma sistemidir. Çok yönlü sapıklık (polimorf pervers yapı) yeterince uyarıldığında bedenin her bölgesini cinsel bir hazla tatmin eder. Bebek, ilk uyarılma­yı anneden süt emerken ağız bölgesinde yaşar (oral dönem), sonra haz arayışını anal bölgeye kaydırır, sonunda da tüm bedene yayılması gereken haz arayışı cinsel böl­gelere odaklanarak (genital dönem) asıl yapısından uzaklaşır, sınırlı hâle dönüşür. S. Freud’a göre bu genel cinsel uyarılma ihtiyacının sadece cinsel bölgelerle sınırlı kalması, gayri tabiî, doğal olmayan bir zorlama, tiranlıktır. Sorumlusu ise ebe­veynlerin uyguladıkları yanlış eğitimdir. Tabular, yasaklar ve cezalar çocuğu gittikçe sınırlar ve aslî yapısından koparır. Çocuk bir yandan zevk prensibinin tatmini için sınırsız bir hoşgörü beklerken (öznel yapı), bir yandan da bu tatmin için diğer insan­lara bağımlıdır. İşte bu sınırsız zevk için hoşgörü beklentisi, S. Freud’a göre insanın evrensel huzursuzluğunun ve nevrozunun nedenidir.

Bu teoriden yola çıkarsak Freud’a göre insan yapısal olarak “çift cinsli”dir (constitutional bisexuality); ve hazzın mesela sadece anal bölgede takılıp kalması bir “geli­şim” eksikliğidir. Yani homo­erotizm (aynı cinse hissedilen şehvet), daha yüksek bir gelişim evresi olan hetero­erotizm (karşı cinse şehvet) ile kıyaslandığında, istenme­yen bir durumdur.

Öğretisinin değişik dönemlerinde Freud şu fikirleri öne sürmüştür:

  1. Annenin hadım edilmiş olması, çocukta yoğun kaygı uyandırır; çocuk bu sebeple hadım edilmemiş “anne”, yani penisli kadınlar arar.
  2. Çocuk anneye ilişkin öyle yoğun bir cazibe hisseder ki, onunla tam bir özdeşim yaşayarak narsisist bir özellik olarak kendisi gibi muhataplar arar ve annesinin kendisini sevdiği gibi onları sevmek ister. (Üç Deneme, 1905/Three Essays)
  3. Negatif veya tersine dönmüş Oedipus karmaşasında çocuk, babasının sevgisini ararken dişil bir kimliğe bürünür ve anal erotizm yaşar.
  4. Babaya ve kardeşlere hissedilen sadist kıskançlığı telafi etmek için, tepki oluşturma savunma mekanizması olarak, diğer erkeklere sevgi hisseder.

S. Freud tüm bu çalışmaları esnasında eşcinselliği psikolojik nedenlerinin yanı sıra biyolojik nedenlerle de bağlantılı görür (Freud, 1920; Murphy, 1992).

 

Özet olarak Freud, eşcinselliği “gelişimi engelleyen, güdük bırakan (stunted) psiko­seksüel bir süreç” olarak görür. Bu bakış açısından eşcinselliği yetişkinlerde alt düzey bir cinsellik olarak tanımlar.

Eşcinselliğe Bakışın Zaman İçerisindeki Değişimi

2. Dünya Savaşı’nın yaraları sarılırken, 1948’de Birleşmiş Milletler önderliğinde Paris’te in­san hakları tekrardan belirlendi ve “Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi” yeniden gözden geçirildi. Temel değişim, Mûsevî­-Hristiyan ahlâkı yerine “Aydınlanma Hareketi”nden kay­naklanan tabiî haklar (natural rights), tabiî kanunlar (natural laws) gibi mefhumların öne çıkmasıydı. Bu sekülerizasyon girişimleri, eşcinsellere de “dolaptan çıkmak/out of the closet” diye tanımladıkları meşrulaşma için bulunmaz bir fırsat sundu; din engeli artık yoktu.

“Gey Özgürlük Hareketi”; 1969, New York, Stonewall Club Protestosu ile başlar. Harry Hay, hareketin fikir babalarından biridir. Hay ve Marshal Kirk, Hunter Madsen gibi kurmaylar 1970’lerden başlayarak, geriye dönüp neticelerine baktığımızda çok tesir­li olduğunu gördüğümüz bir strateji oluştururlar. İnsan hakları kılıfı altında, eşcinselin cinsel yönünü ikinci plana indirgeyip insanların duygularına hitap etmeyi başarırlar. Kendi tabirleri ile “The overhauling of straight America/Eşcinsel olmayan Amerika’nın revizyonu, ayarı” başarı ile uygulanmıştır. Günde 7 saat televizyona bakan Amerikan halkı, eğer medya/yayın kuruluşları ele geçirilirse, her şeye inanır hâle getirilir. Ve çağın yapısı gereği, Amerika inanırsa tüm dünya inanır.

1952’de DSM Tanı Kriterleri'nde ``eşcinsellik``, ``sosyopatik kişilik bozuklukları`` başlığı altında yer alırken; 1968’de bu kategoriden çıkarılıp diğer cinsel sapmalarla birlikte sı­nıflandırıldı.
DSM’nin 1973 baskısında ise eşcinsellikten artık hiç bahsedilmedi ve eşcinsellik, “başka bir kategoriye girmeyen diğer cinsel bozukluklar” başlığı altında sayıldı.
Eşcinsellik tanısı bilimsel alanda ortadan kaybolunca, çok kısa bir zaman için­de “eşcinsellik” üzerine bilimsel çalışmalar yapmak da artık mümkün olmadı, konuyla ilgili literatür aniden duruverdi.
Klinik alandaki uzmanlar konu hakkında birbirleriy­le konuşmaktan ve profesyonel toplantılarda tebliğler sunmaktan çekinir hâle geldiler.

Çünkü böyle girişimlerde bulunanlar “paradigma”nın sıkı kontrolü altında olan üniversitelerde hemen “persona non grata” ilan ediliyor, akademik kariyerleri baltalanıyor, ho­mofobi ve ayrımcılık ile suçlanıyordu.
Hatta bazı yazarlar hetero’ların homo’lar üzerine araştırma yapabilme yeteneğini bile sorguladılar (Suppe, 1982).

Gey taraftarı araştırmacılar ise eşcinselliğin patoloji olarak kabul edilmesinden korktukları için psikolojik araştırmalar yapmadılar ve “böyle doğdun/born that way” teorisini güçlendirmek ama­cıyla genetik, hormonel ve nörofizyolojik teorilere ağırlık verdiler.
      Kullanılan Stratejiler:
  1. Film endüstrisini; komedi filmlerini (Tootsie ve Mrs. Doubtfire, kadın kıyafetinde er­kekler) ve duygusal filmleri (mesela, Tom Hanks’li Philadelphia) kullanma: Öyle aktör­ler seçilir ki sempati, eşduyum hissetmemek mümkün değildir. Bir başka yöntem ise, erkek ideal figürlerinin de eşcinsel olabileceğidir. Bunun en çarpıcı örneği, “Brokeback Mountain” veya sert kovboyların “yumuşak aşkı” filmidir. Bu konuda daha yüzlerce örnek verebiliriz. Hep mağdur, hassas eşcinseller ve haşin, kalpsiz “homofob”lar konu edilir. Sonunda izleyicinin vicdanı isyan eder ve “Ben de eşcinselim diyesi” gelir…
  2. Politik alana sızma: Son olarak geçtiğimiz günlerde Kaliforniya senatörlerinden Ted Lieu, eyalet senatosuna bir teklif sunma aşamasına gelmiştir. Hedef “reparative/onarım” terapisi diye tanımlanan tedavi şeklini yasaklamaktır. Sözde bu terapi, depresyon ve intihar olaylarına sebep olmuştur… “Senatodaki adamlarımız” (our men in senate), demokratik partinin liberal görüşleri ile birleşip ciddi bir lobi faaliyeti gerçekleş­tirirler. Tabii ki bu politikacıların bir kısmının kendileri de eşcinseldir.
  3. Dîni sorgulama, ahlâk kurallarını gevşetme: Özellikle yüzlerce kilise kuruluşunun, Hristiyanlığı kendilerine göre yorumladığı ABD’de, yandaş bulmak da o kadar zor değil­dir. Papazların eşcinsel evlilikleri kutsamaları, hatta kendi aralarında evlenmeleri artık istisnâi değildir.
  4. Psikoloji’yi psödo-bilimsel araştırmalar ile, asıl problemden uzaklaştırma: “Böyle doğdun/born that way” teorisini güçlendirme.
  5. Programlarında eşcinsel ayrımcılığa karşı çıkan kuruluşlara finansal destek verme: IBM, United Airlines, Subaru gibi şirketler eşcinsel aktivistleri finansal olarak da destek­lerler. Para, Easter Seals, American Lung Association, Urban League, Girl Scouts (İzci Kızlar) gibi aslında eşcinsellik ile hiç ilgisi olmayan kuruluşlara aktarılır; karşılığında fa­aliyetlerinde ayrım yapmamaları beklenir (mesela kızınızı bir izci kampına gönderdiniz, orada da bazı kızlar, aynı çadırda kalıp “aşk” yaşıyorlar; idareciler bu durumu anlayışla karşılamalı ve ayrım yapmamalıdır).
  6. Üniversitelere ve akademik camiaya baskı yapma.
  7. Hukuk sistemine nüfuz etme.

 

Ve bu stratejiler neticesinde, 1988’de Amerikalı yetişkinlerin %75’i eşcinsel ilişkiye karşı çıkarken 1998’de bu oran %55’e düşer. Aynı dönemde erkek eşcinsel temas %1,7’den %4,1’e yükselir (kadınlarda %2’den %2,8’e).

Eşcinselliğe Paralel Giden Patolojiler

Eşcinseller, eşcinsel olmayanlara göre çok farklı, belirgin bir somatik ve psikolojik hastalıklar yelpazesi yaşarlar. AIDS bunlardan sadece en çarpıcı olanıdır. Asıl sorun aşağıda sıralayacağımız istatistiksel verilerdir.

Öncelikle eşcinsel hayat tarzının önemli bir özelli­ğine dikkati çekmek gerekir. Eşcinseller (özellikle erkek eşcinseller), bir hiper­promisküite (homosexual hyper-promiscuity/ önüne gelenle birlikte olma) sergilerler.
Değişik araştırmalar, eşcinsellerin %43’ünün hayatları boyunca 500 ve üstü eşcinsel ilişkiye girdiğini göstermiştir. %28’i ise hayatları boyunca 1000 ve üstü ilişki yaşadıkla­rını söylerler. Eşcinsellerin %79’u yaşadıkları bu deneyimlerin %50’sinin tamamen ya­bancı kişilerle olduğunu belirtirler. Ve bunların %70’i tek gecelik ilişkilerdir (one night stands, bkz. The Castro filmi).

Benim kişisel terapi tecrübelerim de bu verileri doğruluyor; 1990 yıllarında Zürih Üniversitesi Psikiyatri Polikliniği’nde ve sonrasında gördüğüm hastalar maalesef bu ve­rileri teyit ediyor. Zürih’te 35 yaşlarında bir erkek hastamla yaptığım terapide bir ara, “Kaç kişi ile ilişkiniz oldu?” sorusuna hastam, “500'den fazla olabilir” dedi. İnanama­dım ve “Bu nasıl mümkün olabilir?” diye sorduğumda gülümsedi. “Her gece umumi tuvaletlerde iki-üç kişi ile ilişki kurarsanız olur” diye cevap verdi.

Neticede gey hayat tarzı, yaşam beklentisini 20 yıl kısaltır. Ölüm yaşı ortalaması 42’dir (sadece %24’ü 65 yaşını aşar).
(Genellikle bir başka eşcinsel eliyle) cinayete kurban gitme, eşcinsel olmayanlara göre 100 kat daha fazladır.
Cinsel yoldan bulaşan hastalıkların görülme oranı eşcinsellerde %78’dir.


a)
 Zührevî hastalıklar

  1. Gonore
    ABD’de eşcinseller, genel toplumun %1­3 oranlarında bir bölümünü teşkil ederken gonore (bel soğukluğu) vakalarının %3­4’ünü oluştururlar.
  2. Frengi
    Yine ABD’de eşcinseller, frengi vakalarının %60’ını oluştururlar.

b) Hepatit A ve B

Hepatit A ve B’nin (sarılık) eşcinsellerde görülme oranı San Francisco’da %70­-80 civarındadır. Eşcinsellerin genel toplu­mun %1 ile %3 arasındaki bir dilimini temsil ettikleri düşünülürse bu rakamlar da, devasa bir hepatit virüsü yoğunluğu mânâsına gelir. Avustralya’da da aynı eğilim tespit edilmiştir.

c) Eşcinsel Bağırsak Sendromu

Eşcinsellere has bir hastalıklar toplamıdır. Bu sendromda bir dizi bakteri, virüs enfeksiyonları (kondilom akuminata, prok­ titler, amibiaz, ano­rektal gonoreler, şigelloz, lemfoganuloma venereum), mekanik nedenlere bağlı hemoroid, polip ve fistüller, yabancı cisim sokmadan kaynaklanan yırtılmalar ve iyi huylu ve habis tümörlere rastlanır.

Tabii bu patoloji repertuvarı nedeniyle eşcinseller ABD’de hastanelere yatan vakala­rın %17’sini teşkil ederler.

d) AIDS

Bu hastalık malum olduğu gibi eşcinseller, özellikle de eşcinsel madde bağımlıları tarafından dünyaya yayılmıştır. 1992’de ABD’de AIDS vakalarının %53’ünü eşcinseller ve biseksüeller oluşturur.

AIDS, 1980’lere göre daha az ölümle sonuçlansa da (David Ho, 3’lü terapi, 1996) erkek eşcinsellerde 2001 ile 2005 arasında %13 artış göstermiştir.

Eşcinselliğe Paralel Giden Psikolojik Rahatsızlıklar

Somatik hastalıkların yanı sıra eşcinsel/gey varoluş tarzı, insan psikolojisini de olumsuz etkiler.
Son araştırmalara göre; depresyon, kaygı, sadizm, mazoşizm, intihar ve bağımlı­lık oranları eşcinsellerde belirgin bir artış gösterir.
Gey Hayat Tarzı savunucuları, genelde psikolojik sorunların, çevre/mahalle baskısı yüzünden çıktığını savunup “ötekileştirilme, aşağılanma, insan yerine koyulmama bizi hasta ediyor” derler. Fakat gey hayat tarzına neredeyse hiç itiraz olmayan, eşcinsellerin hoşgörü ile karşılandığı Hollanda ve Yeni Zelanda’da yapılan çalışmalar bu durumun “homofobi” ile ilgili olmadığını göstermiştir.
Diğer eşcinsel patolojik davranışlardan biri de sadomazoşist icraatlardır ve eşcinsel olmayanlardakine göre daha sıklıkla uygulanır. Almanya’da 245 sadomazoşist üzerine yapılan bir araştırma, sadece karşı cins ilişkisi kuranlarda %30, biseksüellerde %31, eş­cinsellerde %38 oranlarını verir.
Eşcinsellerdeki intihar oranı ise, eşcinsel olmayanlara oranla 19 kat daha fazladır.
%

Eşcinsellerin %25­-33'ü alkol bağımlısıdır.

%

Eşcinsel gençlerde uyuşturucu madde kullanımı, heteroseksüel gençlere göre %190 daha yüksektir.

%

Bir alt-grup olan biseksüel gençlerde ise uyuşturucu madde kullanımı, heteroseksüel gençlere göre %340 daha yüksektir.

Peki, böyle bir hayat tarzının küresel bir hareket olarak bazı medya organları, akademik çevreler ve politik yandaşları tarafından dünyaya normallik ve insan hakları olarak empoze edilmesi toplumu daha nerelere götürebilir?

İnsanlık tabiî, fıtri (yaradılıştan) yapısından gelen bir kadim “savunma duvarı”na sahiptir. Medeniyetler arasında farklılıklar olsa bile akıl, mantık, aklıselim (sağduyu/ common sense), vicdan diye tanımlanan bu yapı bizi belli müştereklerde birleştirir. Dün­yanın değişik ülkelerine yaptığım seyahatlerde, özellikle Afrika’nın en ücra köşelerinde, dinleri ne olursa olsun (animist, Şamanist, Hristiyan vb.) bu müşterek duvarı hem fark ettim hem de ilkel dediğimiz insanlardan nice dersler aldım. İşte bu “duvar” yıkılırsa, insanın düşemeyeceği rezillik yok gibi görünüyor. Eşcinselliğin normallik, hatta iftihar edilecek bir davranış olarak anlaşılması da, öncelikle bu duvarı yıkacağa benziyor.

Bugün eşcinsel hakları, yarın evlilikleri, evlat edinmeleri, sübyancılığın kabulü, okullarda kulüpler, güvenli cinsellik adı altında porno yayınları...
Evlilik dışı iliş­kilerin ve evlilik sonrası aldatmaların teşviki; dedikodu, suizan, iftira zaafından maddi çıkar sağlama; mahremiyetin yıkılması; alkolün olmazsa olmaz bir medeni davranış olarak zihinlere nakşedilmesi...
Zevkperest, menfaatperest, narsisist, ahlaksız bir külli tüketim abra­-medeniyet ve usulca aile müessesinin çökmesi...

 

a) NAMBLA (North American Man/Boy Love Association), Kuzey Amerika Erkek/ Oğlan Sevgi Derneği

Harry Hay, David Thorstadt gibi gey hareketinin ileri gelenleri tarafından kurulmuş bir dernektir. Amaçları yetişkin erkeklerin, reşit olmayan erkek çocuklarla cinsel ilişki kurmalarının doğru ve faydalı olduğunu kanıtlamak ve bunu yasal hâle getirmektir. Çoğu gey yürüyüşlerinde onlar da yer alırlar, pankartlar taşırlar, “insan” haklarını savunurlar. Bu konu dile getirildiğinde diğer gey kuruluşları hemen savunmaya geçer ve “Onlar bizden değil, bizim tasvip etmediğimiz bir yönelim” derler. Ama istatistiklere bakıldığında, eşcinselliğin çok acı bir yönü ile karşılaşırız. Maalesef %1­3 oranı ile eşcinseller çocuklara karşı işlenilen cinsel taciz suçlularının %33’ünü teşkil ederler.

 

b) “Sübyancılık” veya genç ergenlere düşkünlük

Eşcinsel temayülün temel taşlarından biridir. Eşcinsellerin %73’ünün 16­-19 yaşında çocuklarla ilişki kurdukları, çalışmalarla tespit edilmiştir. Zaten “erkek çocuk pornosu” da eşcinsellerde belirgin bir şekilde daha fazla rağbet görür.

Economic Time’a göre internette en fazla kazanç getiren kaynak pornografidir (Jayc­ handran, 2006). Bu endüstrinin dünyada 57 milyar dolar ve ABD’de 12 milyar dolar değerinde olduğu tahmin ediliyor.

Bu durumu son zamanlarda teyit eden olaylar, ne yazık ki hiç beklenmedik bir yerden, Hristiyan din adamlarının özel hayatlarından geldi. Evlenmeyen katolik rahip, piskopos, hatta başpiskoposlardan skandallar medyaya yansıdı ve maalesef bu sapıklığın münferit olaylarla sınırlı kalmadığı meydana çıktı. Rahipler bile bu işe tevessül ediyorlarsa, duvar yıkıldığında başımıza gelecekleri bir düşünün.

c) GLSEN (Gay, Lesbian, Straight Edu­cation Network) /Gey, Lezbiyen, Heteroseksüel Eğitim Ağı’nın faaliyet­leri

Obama yönetimi zamanında, ABD Eğitim Bakanlığı’nın “Güvenli ve Madde Bağımlılığından Kurtulmuş Okullar” dairesinin başına Kevin Jennings getirilmiştir. Ama aynı Jennings yukarıda adı geçen GLSEN’nin hem kurucusu hem de devlet görevine atandığında, başkanıdır. Bir başka deyişle, nasıl olmuşsa olmuş “Güvenli Okullar” proje­si ile “GLSEN”, yani gey projesi bir araya gelmiş ve devlet tarafından sübvansiyonla des­teklenmiştir. GLSEN’in esas amacı, okullarda cinsel hoşgörüyü destekleyen programlar yapmak ve eşcinsel olanlarla olmayanları okul içi kulüplerde kaynaştırmaktır.

Bu amaç doğrultusunda okullarda grup terapileri yapılır; herkes, öğretmenler de dâhil içini döker, alternatif rol modelleri sunulur. Nasıl Brokeback Mountain filminde, sert kovboy rol modeli yumuşatıldıysa, öğretmen de aslında hangi duyguları taşıdığını söyler­se, hem eşcinsel öğrenciler için “ideal” bir model oluşturur hem de eşcinsel olmayanların eşcinsellere yönelik saygısını artırır. “Vay be bizim hoca da…” Ve bu amaçla civar liseler­den otobüslerle Massachusetts’teki Tuft Üniversitesi kampüsüne 200 genç ve 300 yetişkin taşınır. Buraya kadar, bazılarımız “Ne olmuş işte, ne güzel ayrımcılığa, ötekileştirmeye son verme çabaları” diyebilirler. Ama işin aslı maalesef öyle değil. Çünkü bu seminerlerde güvenli cinsellik kapsamında pratik eğitimler de verilir. Ve devlet memurları (state employees!), eşcinseller arası oral seksten başlayarak yapay penis kullanımı ve lezbiyen teknikler anlatmaya başlarlar hem de projeksiyonlarla. Bu “güvenli” cinsellik tekniklerinden biri de elinden başlayarak kolunu makata ve vajinaya sokma metodudur. Üstelik bu teknik çok duygusal ifadelerle anlatılır; “muhabbet hâlinde olduğun birinin bedenine…” şeklinde. Bir araştırmaya göre eşcinsellerin %22’si “fisting”, yani makata el/kol sokma uygular.

Bilmem sağduyu duvarının yıkılmasının bizi nerelere kadar götürebileceğini anlata­biliyor muyum? Sakın, bizde olmaz demeyin; son 20 senelik gidişata geri dönüp baktığı­mızda, bu “mübarekleri” biraz gecikmeli de olsa aynen kopyaladığımızı görürüz.

Bu (fistgate/watergate!) skandal patladıktan sonra neler oldu derseniz; GLSEN ve Kevin Jennings olanları inkâr etmeye gerek bile duymazlar; hatta mağrur bir demeçle, “Neyi yanlış yaptık ki, bu bizim işimiz, yine yaparız.” derler (teyp kayıtları vardır). Üç eğitmen işten uzaklaştırılır, ama gey organizasyonlarının desteği ile hemen karşı dava açılır. Onlara göre, bu durumu ifşa etmekle Ebeveyn Hakları Birliği (parents rights coa- lition) ve başkanları Brian Camenker suç işlemişlerdir ve tazminat gerekmektedir. Fakat 2006’da bu dava gey tarafının aleyhine sonuçlanır; Camenker’in teyp alıntılarını yayım­lamakta serbest olduğuna hükmedilir.

Bir Afrika atasözü, “Niye inşa edildiğini bilmeden, bir duvarı yıkma” der. Verdiğim örneklerden de belli olduğu gibi olay sadece eşcinsellik değil, yıkılan vicdan, aklıselim, edep duvarıdır.
Bir grup insan, ideolojileri gereği, köşe noktaları ele geçirdikleri için, ço­ğunluğu hiçe sayarak finans, medya, politika, akademi ve hukuk alanlarındaki tüm nü­fuzlarını kullanarak bu duvarı yıkma çabasındadır.

Eşcinselliğin Çıkış Teorileri

Özet: genetik yapı + MSS nöro­anatomisi ve fizyolojisi + doğum öncesi hormonel tesirler = mizaç; ebeveyn + kardeş ilişkileri + çocukluk/ergenlik tecrübeleri = çevre; çevre + mizaç = eşcinsel yönelim


a) Genetik Nedenler

Bu konuda en “çarpıcı” araştırma (Xq28 kromozom bölgesinin eşcinsellikle bağlantı­sı üzerine) 1993 yılında Dean Hamer tarafından yayımlandıktan sonra, beklendiği gibi “mübarek” medya trompet çalarak son noktayı koyduğunu sandı.

Beş yıl sonra Sanders’in Hamer’i doğrulamayan çalışması (1998) ve Hu’nun özeti arada kaynadı gitti.

Böylece “böyle doğdun/born that way” teorisi kabul gördü. Hatta Hamer’in aksi yöndeki sözleri bile sansürlendi. 1955 tarihli Scientific American’daki, “Eşcinsellik sa­dece biyolojik nedenlere indirgenebilinir mi?” sorusuna Hamer’in “Mutlaka hayır, ikiz çalışmalarından bildiğimiz gibi, cinsel yönelimin %50’si veya daha da fazlası kalıtımsal nedenlere bağlanamaz” cevabı medyada aynı yankıyı bulmadı. Amaç her zaman kullan­dıkları dezenformasyon taktiği ile zihinleri bulandırmaktı.

Nitekim bu taktik zihinleri bulandırdı ve 1970’lerde eşcinsellerin %10’u “böyle doğ­duk” teorisine inanırken, bu oran 1980’lerde %35’e fırladı.

b) Nöro-anatomik Nedenler

1991’de nöro­anatomist Simon LeVay, MSS (merkezî sinir sistemi) üzerine yaptığı post­ mortem çalışmalarda ön hipotalamusta INAH­3 (interstitial nucleus of ant. hypothala- mus) bölgesinde bir grup nöronun büyüklük açısından cinsler arası farklılık gösterebile­ceğini öne sürdü (bu bölge erkeklerde kadınlara göre daha büyük, Laura Allen, 1989). Eşcinsellerde de INAH­3 daha küçük gibi görünürken daha sonra yapılan üç çalışma bu durumu teyit etmedi. İlginçtir ki Hamer ve LeVay ikisi de eşcinseldiler.

c) İkiz Çalışmaları

1991’de Baillard ve Pillard tarafından müşahede edilen, tek yumurta ikizlerinin her iki­sinde birden %52 oranında ve çift yumurta ikizlerinde %22 oranında eşcinsellik görülme sıklığı, sonraki çalışmalarda teyit edilememiştir. Bearman ve Bruckman çok daha dü­şük oranlarda, %7.7 görülme sıklığına varırlar.

d) Nöro-endokrinolojik Faktörler

Doğum öncesi intraüterin testosteron tesiri ve buna bağlı kemik yapısı araştırmaları da (2D: 4D indeksi) anlamlı neticeler vermez.

e) Doğum Sırası (birth order) ve Erkek Kardeş Tesiri

Blanchard ve Klassen (1997), yaşça büyük her erkek kardeşin %33 oranlarında eş­cinsel olma olasılığını artırdığını öne sürerler. Nedeni ise araştırmacılara göre, an­nede her erkek çocuk sonrası oluşan bağışıklık reaksiyonudur (immune reaction). Anne antikorları fetusun MSS’deki (merkezî sinir sistemi) cinsel eğilimi belirleyen yapılarını olumsuz etkilerler. Bu teori de, anlamlı korelasyonlar bulunamadığı için eleştirilmiştir.

f) Taciz ve Benzeri Çocukluk Travmaları

E. Wells, A. Magnus Yeni Zelanda çalışması eşcinsellerde üç kat daha fazla benzer çocuk­luk travmaları olduğunu gösterir.

 

Peki, netice olarak ne diyebiliriz? Yapılan tüm araştırmalar eşcinselliği tek bir nedene bağlamamaktadır. “Böyle doğdun” demek, yeterince araştırma yapılmadığının veya ideolojik bir tavır takınıldığının işaretidir.

Eşcinsellik ve Psikoterapi

Bizim bu konuyla ilgilenmemiz, 13 yıl kadar önce ABD’den bize yönelen Türk asıllı bir eşcinsel vasıtasıyla oldu. Bizim aslî ilgi alanımı­za girmese de, Türkiye’de bu konuda bir boşluk olduğunu farkettiğimiz için, NARTH (National Association of Research and Therapy for Homosexuality) sitesini araştırdık ve J. Nicolosi’nin ``Reparative Therapy/ Onarım Terapisi`` kitabının yayımlanmasına vesile olduk. Ayrıca, aynı yaza­rın, ``Anne/Babalar İçin Gençlerde Homoseksüelliği Önleme Rehberi`` isimli kitabı da Türkçe olarak yayımlandı.
Öncelikle, ``eşcinsellerde psikoterapi`` konusunda birkaç önemli nokta­ya temas edelim. Eşcinsellikle paralel giden patolojiler bahsinde gördüklerimizden son­ra, aklıselîmi yerinde olan hiçbir kimse, “Niye terapi, neyin terapisi?” diyemez. Hele hele kendisi de çocuk yetiştiren sorumlu anne veya babalar arasında bir anket yapılsa, terapi konusundaki genel eğilimi hemen görebiliriz.

Terapiye kimler alınır? Sadece kendi istekleri doğrultusunda, sağlam motivas­yonu olan ve terapisti ile benzer değerler sistemini paylaşan kişiler ideal adaylardır.
Motivasyonu olan kişilerde “talep üzerine eşcinsellik terapisi (eski kullanımıyla onarım terapisi; orijinal adıyla reparative therapy`` bazen hayat kurtaran bir tedavidir.
Eşcinselliklerini ego­sintonik olarak yaşayanlar, serbest seçim haklarını kullanıp “Eşcinselliği onaylayan” bir terapiye gidebilirler. Doğru olma­dığını bilsek de bu seçim bizi ilgilendirmez; fakat onların nasıl böyle bir hakları varsa diğerlerinin de olmalıdır.

Eşcinsellik bir seçim midir?

Mesela erkek çocuk, anatomik bir cinsiyetle doğar; sonra yukarıda saydığımız nedenlerle karşı cinse değil, kendi cinsine yönelik bir cinsel eğilim hissedebilir. Buraya kadar seçim yok­tur. Ama bu temâyülü fiiliyata dökmek veya dökmemek mantık, irade, sağduyu, vicdan, aklıselîm gibi temel insanî kuvvelerin (potansiyel) de kontrolü altındadır. Sadece eşcin­sellik için değil, tüm nefsânî zaaflar için bu yüksek insanî kontrol ve denetim mekanizmaları geçerlidir (higher human autocontrol mechanisms). Bu mânâda, eşcinsellik bir seçim değildir demek, yukarıda zikredilen kuvveler “bende yok” demektir. “Ben böyle doğdum, bu benim seçimim değildi /I was born that way, that’s not my choice” denildiğinde, o zaman insana, “Peki, sen kimsin, nesin?/OK, then who are you, what are you?” sorusunu sorarlar. Bu da eşcinsellere yapılacak en büyük hakarettir. Hz. İnsan, “hayvan” değildir.

İşte, Talep Üzerine Eşcinsellik Terapisi‘nde tamamen bu yaklaşım sergilenmektedir. 17 yaşında bir erge­nin, kafası zaten karışık bir şekilde, ama vicdanı daha devredeyken böyle bir terapiste gittiğini düşünün. Çocuk yardım arıyor fakat terapist şöyle diyor: “Don’t bother man, that’s your body, that’s your life, anyhow you were born this way, why do you want to change, enjoy it, be even proud about it, that’s your existential freedom, your uniqueness, even your personal enlightenment /Sıkma canını; bu senin bedenin, senin hayatın, sen zaten böyle doğdun; neden değişmek istiyorsun; keyfini çıkar, hatta gurur duy; bu senin varoluşsal özgürlüğün, biricikliğin, hatta kişisel aydınlanman…” Acaba bu terapist kendi oğluna bunların söylenmesini ister miydi?

Peki ya, Talep Üzerine Eşcinsellik Terapisi (eski adıyla Onarım Terapisi), geçerliliği olan, netice veren bir terapi yaklaşımı mıdır?

Spitzer, bunun cevabını verir.

16 ay boyunca terapi görmüş 247 eşcinsel üzerine yapılan araştırmada 200 katılımcı (143 erkek ve 57 hanım), eşcinsel yönelimden, karşı cins yönelimine geçtiklerini ifade ederler. Değişim motivasyonunu oluşturan nedenler sorulduğunda:

  1. Katılımcıların büyük çoğunluğu (%85 erkek ve %70 kadın), eşcinsel hayat tarzının ken­dilerine duygusal doyum vermediğini,
  2. %79’u, eşcinselliğin dinî inançlarıyla bağdaşmadığını,
  3. %67 oranında erkek ve %35 oranında kadın, (karşı cins ile) evlenmek istediklerini söylerler.

Eşcinsellik ve Ebeveyn İlişkileri


Baba/oğul ilişkileri

İnsan, annesinin yanında insan olmaya başlar; ama sonra kız çocuk anne ile birincil öz­deşimini korurken, erkek ek bir muhataba (object!) ihtiyaç duyar. Böylece hayatın ikinci önemli insanı, yani baba devreye girer. Bu bağlamda erkeğin “işi” daha zordur; anneden kısmen feragat etme gibi bir engeli aşması gerekir. (Bazı araştırmacılar, erkek eşcinsel­liğinin oranının kadın eşcinselliğininkine göre daha yüksek olmasını buna bağlarlar). Cinsiyet kimliği gelişimi ikinci yılın ikinci yarısından sonra yerine oturur.

Anneden kopma, bedensel farkındalığın yaşanması ve baba ile özdeşim ile devam eder. Baba bir ayna gibi çocuğu teyit eder, onaylar ve çocuğun bu ikinci doğumu için bir “ebe” vazifesini taşır, göbek bağını keser.

Baba yoksa veya menfi tesir uyandırıyorsa, bu durumda baba “açlığı” yaşanır.

Erkek çocuk, baba ile değişik yönlerden özdeşim kurabilir:

  1. saldırganla özdeşim (Freud ve Oedipus karmaşası)
  2. savunma amaçlı özdeşim
  3. empati, muhabbet, şefkat

Peki, baba ile bu köprü hangi durumlarda kurulamaz?

  1. anne aşırı ödüllendirici ise
  2. baba yoksa ya da menfi yapıda ise veya kardeşler arası ayrım yapılıyorsa
  3. baba manipülatif, narsisist yapıda ise

 

Anne/oğul ilişkisi

Aşırı şefkat, kontrol, koruma, duygusal paylaşım sıklıkla görülür; çoğu zaman “kötü” babaya karşı gizli ittifak oluşabilir.

Baba/oğul ilişkilerinin (müspet) getirileri

Girişkenlik, etkinlik, güç ve kontrolü, kararlılık, savunma amaçlı şiddet, beden dili, el becerileri, fütüvvet, yiğitlik, zulme boyun eğmemek, zayıflar için kendini feda edercesine çaba sarf etmek ve mürüvvet.

Baba/oğul ilişkilerini güçlendiren toplumsal tesirler ise mesela geçiş ritüelleridir. Bizim medeniyetimizde sünnet, izcilik, beraber ava çıkma, balıkçılık bu tesirler arasında sayılabilir.

Baba/oğul ilişkisi yerine oturmazsa “savunmacı kopma” belirtileri, inat, tersini yap­ma davranışları gözlemlenir. Ve bunlar da sonuç vermezse, yine anne “limanına” sığın­ma ve babadan kopma, “bir daha asla” ve “seni ve temsil ettiğin tüm değerleri yok addediyorum” mantığı söz konusu olur.

Ergenlik öncesi gizil dönemde (latent period) bu “savunmacı kopma” daha da belirgin­leşir ve topluma da yansımaya başlar. Tüm erkek dünyası ilişkileri sislenir, bulanır (eşcin­sellik öncesi). Celâl, öfke ve saldırganlık çocukta dehşet uyandırır, kendini savunmasız his­seder (yetersiz animus yapısı). Ve bu durumla karşılaşmamak için her türlü strateji tatbik edilir. Ama bir yandan da paradoks olarak, çocuk bu gizemini çözemediği “güce” hayranlık duyar. Bir yandan persona/rol olarak anneden ödünç aldığı “anima” kıyafetini taşırken, bir yandan da “zırhlı”, üniformalı sözde güç sembollerine hayran kalır (gey barlar ve deri elbiseli, zincirli, sakallı, pazuları şişkin “erkekler”; sadist, mazoşist pratikler).

Çocuk bu pazuları okşamak ister, başını bu güç sembollerinin omuzlarına yaslar, her ne pahasına olursa olsun sevgi dilenir. Cinsellik sadece ikincil bir arayıştır, çoğu eş­cinsel ilk tecrübelerinden sonra gidip kustuklarını ifade ederler. Evet, gizil dönem bitip ergenliğe adım atılınca (13-­14 yaşları), bu tarz ilişkiler başlayabilir. Ama hep göz önünde bulundurulması gereken, internet pornosu ve medyanın teşvik edici tesiridir. Dışarıdan gelen ve ardı arkası kesilmeyen beyin yıkamalar, ilişkilerin erotize edilmesine çanak tutar. Eşcinselin hayatı erkek­odaklı (male centered), apış arası mantıklı bir ölümcül bağımlılık hâline dönüşür. Fakat bu varoluş, dehşet verici bir ikiye bölünmüşlüktür. Aslında kişi, eşcinsel ilişkilerde kendini arar (eksikliği tamamlayıcı birleşme, Anna Freud, 1952). Su­daki hayalini öper.

Bağımlılık/saldırganlık/cinsellik üçgeni (Horney 1937; Thompson 1947)

Babayla yıkılan köprü diğer erkeklerle cinsellik vasıtasıyla yeniden kurulduktan sonra, pa­radoks olarak cinsel “obje” hem “sevilir” hem de ondan nefret edilir. Bu sebeple sadakat­sizlik, sadizm, mazoşizm eşcinselliğe paralel gider. 1980’li yıllarda Zürih’te bir hastamla yaşadığım diyalog bu durumu açıklayıcı nitelikteydi. Bana terapiye gelen bir erkek tiyatro sanatçısı, Portekizli erkek sevgilisi ile yaşadığı romantik aşkı bütün renkliliği ile anlatıyor­du. Nasıl mehtap altında el ele tutuşmuşlar, öpüşüp koklaşmışlar… Fakat benim hastam HIV pozitif (AIDS taşıyıcısı) olduğu için ona, “Peki, sevgilinize AIDS’li olduğunuzu söy­lediniz mi?” diye sordum. Cevap vermedi ve gözlerinde bomboş bir ifade ile bana baktı…

Nefs Psikolojisi'ne Göre Eşcinsel Temâyül

Nasıl ki “güzel isimler” (esmâü'l hüsnâ) cemâl ağırlık­lıysa, nefs katlarında tekâmül de lâtif hâllerin tecellisi ile zuhûr eder. Yani insan aslına doğru rücû ettiğinde (döndüğünde) ve urûc (yükselme) süreci başladığında, gittikçe cemâl ağırlıklı olmaya başlar.


Patolojik olmayan, doğuştan gelen bir celâl/cemâl farklılığı

Genetik, nöro­anatomik, hormonel değişkenlerin ve yakın aile, yakın çevre faktörleri­nin beraberliğinde (mizaç + çevre) eşcinsel temayül ve davranışın zuhur edebileceğini gördük.

Biz bu “çıkış teorilerine” bir ilave yapmak istiyoruz. İnsanlar arasında patolojik olmayan, doğuştan gelen bir celâl/cemâl farklılığı da olabilir. Yani erkek çocuklar ge­nelde celâl ağırlıklı oyunlar oynarken (Kızılderili­-kovboy, kılıç­-kalkan, hırsız­-polis vs.) bazı çocuklar fıtri yapıları gereği, şiddet içeren oyunları sevmeyebilirler ve değişik bir varoluş sergilerler. Mûsikî, resim, sanat, şiir, muhabbet, fedakârlık, ihtimam içeren dav­ranış ve kişilik rollerine daha mütemâyil olabilirler. Halk tabiri ile “ince ruhlu”durlar. Fakat, burası çok önemli, bir medeniyet ne kadar “celâl” değerlerinin ağır bastığı bir yapıdaysa, bu “özel” çocuklar da o kadar, arkadaşları tarafından dışlanır, ötekileştirilir, küçümsenir, alaya alınırlar. Artık bildiğimiz gibi, istemeden de olsa içine sürüklendiği­miz bu Abraxas-­medeniyeti, celâl ağırlıklı bir yapıdadır. Mutlak etkinlik arayışı, celâl’in ilkel bir hâlidir.

Bildiğimiz gibi ABD başta olmak üzere, dünya celâle doğru kaymaktadır; bunu gör­mek için televizyon filmlerini seyretmek yeter. Veya Jungiyen (C.G. Jung’a göre) tabir­lerle ifade edersek modern toplumlar, ilkel açıdan “süper­animus” toplumlarıdır. Çünkü temel düstur, sınırsız güç ve etkinlik arayışıdır (yani Abraxas’ın ahlakı ile ahlaklanmak) ve cemâl de bu arayış için bir engeldir. “Feminizm” gereği, süper­animus taşıyan iş ka­dınlarını gözünüzün önüne getirin; bunlar sanki kendi fıtratlarına uymayan bir kılıf içi­ne zorla sokulmuşlar ve “can çekişerek” rollerini oynama durumuna gelmişlerdir. Bana göre çok çarpıcı olduğu için hep aynı örneği veriyorum; yerli-yabancı televizyonlarda bazı haber spikeri hanımefendilere ibret gözüyle bir bakın; yüzlerinde zoraki bir tebes­süm olsa da sanki bir celâl patlaması göreceksiniz. Mübarek hanımefendileri bu hâle getiren bir medeniyet, güçlü bir anima taşıyan erkek çocukları nasıl bağrında barındı­rır? Ötekileştirme belki anne baba ilişkilerinden başlar; anaokulunda ve ilkokulda, yakın çevrede sürekli devam eder. Meta-komünikatif olarak bu çocuklara verilen mesaj; “böyle olmamalısın”, “kendi fıtrî akıntına karşı yüzmelisin” mesajıdır. Hele hele anne veya baba kendi gerçekleştiremediği hayallerini çocuğa yüklüyor ve bir ideal anima veya animus yansıtması yapıyorsa, çocuğun işi daha da zorlaşır. Mesela, kendisi yeterince gelişmiş bir animus (celâl) taşıyamamış bir anne, o yapıda olmayan erkek çocuğunun bu vasıfları taşımasını bilinçdışında arzulayabilir ve çocuk bu kalıba uymazsa kabul görmez. Bu kez anneye inat olarak anima (cemâl) güçlenir ve çocuk efemine davranışlar sergileyebilir.

Nasıl ki “güzel isimler” (esmâü’l hüsnâ) cemâl ağırlık­lıysa, nefs katlarında tekâmül de lâtif hâllerin tecellisi ile zuhur eder; yani insan aslına doğru rücû ettiğinde (döndüğünde) ve urûc (yükselme) süreci başladığında, gittikçe cemâl ağırlıklı olmaya başlar. Bu cemâle kayış, olmazsa olmaz bir varoluş gerekliliğidir. “Aşkın Celladı” kitabında, Irvin Yalom’un grup terapisine katılan “maço”sunu hatırlayın. Hani üs­tündeki o eğreti duran celâl hâlleri döküldükten sonra, grupta kadınları aşağılamaktan vazgeçmiş, duygularını ifade edebilmiş, hatta ağlayabilmişti. İşte o “maço”, ölüm döşe­ğinde kendisini ziyaret eden Yalom’a, çok anlamlı bir cümle söyler: “Teşekkür ederim, hayatımı kurtardınız.” Sizi bilmem ama bu pasajı hatırladığımda içim bir fena olur, ba­zen gözlerim dolar. Eğer insan olmaya kararlıysak, gittikçe daha fazla cemâl ağırlıklı olmalıyız veya anima’mız tekâmül etmeli. Bu sürecin kadın/erkek farklılığı da yoktur; erkek-kadın da (aşırı gelişmiş animus), “erkek”-­erkek de (ilkel kalmış animus) aslında bir insanlık karikatürüdür.

Demek oluyor ki, cemâl yönleri doğuştan güçlü olan çocuklar, bu deli “sözde medeniyet” içinde gittikçe daha yabancılaşıyor; “antijen” gibi, bir bedenin içindeki yabancı cisimlere dönüşüyorlar.

Eşcinsel temayülü olan insan, hiç olmazsa kalp kapısını hissetmek için sanatsal, edebî, estetik faaliyetlere, mûsikî faaliyetlerine girer ve bazen de insanlığa güzel hizmet­lerde bulunabilir.
Bu sebeple bize terapiye gelen eşcinsellere, varoluşlarına yeni boyutlar açmalarını tavsiye ederiz.
Bütün bunların ötesinde, Nefs Psikolojisi'nin bize idrak ettirdiği en önemli hakîkat, derûnumuzdaki celâl ve cemâl potansiyellerinin önce kendi içimizde tekâmül etme­leri gerektiğidir.
Bir sonraki aşamada bu olgun celâl ve cemâl yönlerimizin buluşmaları, bir mânâda mübârek bir evlilik yapmaları ve sonunda da ``Ruh Çocuğu``nun doğması gere­kir.

Eşcinsel hayat tarzının insan tekâmülüne nasıl bir zararı olabilir?

Öncelikle hatırlamamız gereken, “cin­selliğin” insan hayatının tekâmül aşamalarından sadece biri olduğudur.

Kadim Doğu ge­leneklerinin (Hinduizm, Budizm) biyoenerji şemasından yola çıkarsak; birinci “enerji” çıkış merkezi hayatta kalma, hemen üstündeki ikinci merkez ise cinselliktir. Sonra üçüncü merkez dev­reye girer; burada ise sosyal etkinlik, güç ve kuvvet arayışı ağır basar. Bu sıralamadan hareket edersek mesela Varoluşçu terapiler (hayatta kalma, ölümü sorgulama, “survival”), daha ziyade birinci enerji merkezi üzerine çalışırken; S. Freud ikinci merkeze takılmış; A. Adler ise üçüncü merkezi öne çıkarmıştır (yetersizlik ve güç arayışı). Ama bu üçüncü merkezin üstünde insan, kalp alanına girer. Artık “aşağıda” kalanlar aynı önemi taşımazlar, insanın önünde yepyeni ve muhteşem ufuklar açılır. Mesela eşi hastalanan ve artık cinselliği kalmayan bir erkek veya kadın eş düşünün. Eğer muhabbet, sadakat, fedakârlık ve aşk varsa, o eş, o yönünü kapatıp mâşukuna hizmet etmeye, onun yanında var olmaya devam eder. Doğrusu da budur; eğer Freud efendinin öne sürdüğü gibi sade­ce “hazperest hayvan” değilsek, insan isek, insana yakışır bir şekilde davranmak gerekir. Öte yandan, eşcinsel hayat tarzına baktığımızda, bu ikinci merkeze bir tutkunluk, bağımlılık izleriz. Eşcinsel dönüp dolaşır, çıkmaz sokak olduğunu bildiği hâlde hep aynı sokağa girer. Sıkıntıdan çatlasa da, o sokaktan nefret etse de, anlatılmaz bir cazibe onu oraya çeker. Çünkü başka sokakların, geçitlerin varlığını bilmediği için, tevhîd şehrine oradan ulaşmak ister. O da hiç şüphe yok ki bir tevhîd âşığıdır ama çıkışı yanlış yerde, yanlış zamanda arar. Ha, bu davranışı sadece eşcinsel mi sergiler, tabii ki hayır; anakronik ola­rak oraya takılan, heteroseksüel de olsa aynı haltı işler. İkinci merkeze takılma bizim tekâmülümüzü baltalıyorsa, birinci veya üçüncü merkezlere takılma da aynı tesiri uyandırır; dolap beygiri gibi olduğumuz yerde dönüp dururuz, ama âb­-ı hayat suyuna ulaşamayız. Hele hele bu üç enerji merkezi arasında gidip geliyorsak, durumumuz daha da vahim demektir. Maddi açıdan çevresini dolandıran, gözü doymaz iş adamı, kafası “güzel” iken yaptığı kaçamakların yanı sıra bir de politik aktivitenin içine girip, milleti daha iyi soymak için üçüncü “lâtifa”sını (güç, kuvvet, sosyal etkinlik) tatmin ediyorsa, bizim “garip” eşcinselden çok daha kötü durumda demektir.

Bu süreç bir ölümler (rollerin sahneyi terki) ve doğumlar dizisidir. “Ölmeden evvel, defalarca ölmek” gerekir, eğer “adam olmak” istiyorsak. İşte eşcinsel rolünün ölmesi de bu ölümlerden sadece biridir; zordur ama sebat edilirse o da ölür gider.
``Bu dünya ol âhiretten içeru/ Âşıkın yeri var kimseler bilmez/ Yûnus öldü diye selâ verirler/ Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez.``
Eşcinsellik üzerine kaleme aldığım bu yazıda, birçok insânî zaaftan, doktor olmam ha­sebiyle, istemeden, vazife gereği söz ettim. Olgun bir Müslüman kusur görmez, kusur örter. Eğer kalp kırdımsa beni affedin, benim rezilliğime verin. Vesselam.
Burada yazdıklarımızın tamamına; detaylarına ve referanslarına Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili kitabımızın 532-552 sayfalarından ya da şu PDF'ten ulaşabilirsiniz: