Kehf Sûre-i Celîlesi 28. Âyet-i kerîme
Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme (18/28).
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا
Vasbır nefseke meallezine yed'une rabbehum bil gadati vel aşiyyi yuridune vechehu ve la ta'du aynake anhum, turidu zinetel hayatid dunya ve la tutı' men agfelna kalbehu an zikrina vettebea hevahu ve kane emruhu furuta
"Vasbır", sabret, kelime-i tayyibesi, ص ب ر / sad-b-r kökünden gelir ve "sabr" için Rağıb’da (ks) bulduğumuz ilk mânâ "darda tutmak"tır. Mesela "sabertu dabbeh", "hayvanı yemsiz olarak hapsettim", demektir. Mefhum (kavram) olarak sabır ise, "nefse, aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde engel olmak veya nefsi, bu ikisinin alıkonulmasını gerektirdiği şeylerden men etmek" mânâsındadır. Sabır genel anlamlı bir lafızdır; bu yüzden, kullanıldığı yerin farklılığına göre yüklendiği mânâlarda da farklılıklar olur. Şöyle ki: Eğer nefsin engellenmesi bir musibetten dolayı ise ona sadece sabır; onun zıddına da “cez'a", tahammülsüzlük denilir. Eğer sabır göstermek savaş esnasında olursa buna "şecae(t)", kahramanlık; zıddına ise "cubn", korkaklık denilir. Eğer sabır, bunaltan bir felakete karşı gösteriliyorsa, buna "rahbus-sadri", gönül genişliği; zıddına ise "dacer", iç daralması denilir. Eğer sabır, konuşmama konusunda olursa buna "kitmân", sır saklama; zıddına ise “mezl", sırrı ifşa denilir. Ancak Allah-u Teâla bütün bunları sabır kelimesiyle ifade etmiş ve şu sözleriyle buna dikkat çekmiştir: "…ves sabirine fil be'sai ved darrai ve hinel be's ulaikellezine sadaku, ve ulaike humul muttekun /…(böyleleri) sıkıntı, (her türlü) darlık ve savaş zamanında da sabırlı, özüyle sözü bir olanlar. Ve işte bunlardır korunan takvâ sahipleri" (Bakara 2/177).
“Meallezine", yani "onlarla birlikte"yi üç mânâda anlayabiliriz. Birincisi, "camii cemaati"dir; bu acizâne psikolojik te'vil denemesinin birçok yerinde ifade ettiğimiz gibi, vakit namazlarının esası cemaatle kılınandır. Evde veya yalnız kıldıklarımız ise cemaatle kılınandan yirmi yedi defa daha az sevab getirir. Hadis-i şeriflerinde Resûl-i Kibriya, Aleyhi Ekmelü’t-tehâyâ Efendimiz Muhammed Mustafa (sav)… "Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür" buyururlar. Her caminin devamlı gelen cemaatinde Rabb'imizin takdir buyurduğu bir (veya birkaç) tane o caminin "gül"ü bulunur. Yani cemaatten birisi, sanki özel bir vazife tevdî (emanet) edilmiş gibi herkesle ilgilenir, dert dinler, yüzünden tebessüm eksik olmaz; onu görünce içinizde elini öpmek, ona sarılmak duyguları uyanır. Cemaatle namaz kılmanın bir başka hususiyeti, farkına varmadan yaşanan güzel hâllerin, metakomünikatif olarak birbirlerine yansımasıdır. Mesela çok kısa bir anlığına bile olsa huşû, tevâzû, teslîmiyet… ile namaz kılan birisine gözümüz deyse, şuuruna varmasak da, biz de hemen kendimize çeki-düzen verip o hâlleri yaşamaya başlarız; cemaat bu şekilde tevfik hâlini yaşar (senkronize olur). Namaz bitince herkese bir rahatlama gelir; dertler tasalar bir müddetliğine bile olsa geride kalır.
"Meallezine"nin ikinci mânâsı, velâyet-i hâsse taşıyan Allah (cc) dostları ile beraber olmaktır. Yüksek insânî tekâmül akademilerinde (turûk-u âliyye) bir Mürşid-i Kâmilin yüksek huzûrunda mâneviyat yolcularının beraberlik ötesi "Bir"liğidir. Mesela tevhîdhânede zikrullah esnasında sınırlar kalkar ve kelimelere sığmayan bir tek-vücud hâli yaşanır. Hadis-i şerifte bu müşterek hâl, "bunyan-ı marsus", yani "kurşunla perçinlenmiş bina" gibi tasvir edilir.
Üçüncü mânâyı ise Bakara 2/154 âyet-i kerîmesinde buluruz… "Ve la tekulu li men yuktelu fi sebilillahi emvat, bel ehyaun ve lakin la teş'urun / Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz". Burada "Allah yolunda öldürülenler" yalnızca şühedâ hazerâtı (savaş şehitleri) değil, Rabb'imizin yolunda cehd hâlinde (cehd = yüksek çaba) dâr-ı bekâya göçmüş olanlar mânâsına da gelir. Mesela hayatını ilme vakfetmiş bir âlim, hayır-hesenât yolunda başı çeken bir hayırsever ve tabii ki başta Fahr-i Kâinât, Sebeb-i Hilkat-i Âlem, Habîb-i Hudâ Efendimiz Muhammed Mustafâ (asv) olmak üzere bütün evliyâullah hazerâtı, başka bir âlemde diridirler. Ve biz farkına varmasak da bizi müşâhade ederler ve inâyet-i Rabbânî ile tasarruf selâhiyetine de sahiptirler. Evet dâr-ı bekâdan irşâd olmaz, ama himmet ve tasarruf dâimîdir. Bu müşâhade hâli biz sıradan insanlar için tek taraflı gösteren bir ayna gibidir; biz bu aynada kendimizi görürüz (nefs-i levvâme hâli), ama aynanın diğer yönünde, eğer görebilseydik, donup kalacağımız Hayy âleminin sâkinleri vardır. Bu sebeple mânevî yolcu (derviş) uyanıkken ve uykuda, yirmi dört saat boyunca edebli olma durumundadır.
Evvel emirde (öncelikle), insan cinsinden vechullah'ı (Allah’ın yüzü) ekmel-i hâl ile müşâhade edebilen yegâne (ikincisi olmayan) varlık, Sidret'ul Muntehâ'yı aşmış olan Efendimiz Muhammed Mustafa'dır (sav). Sidret'ul Muntehâ ki, Cebrâil aleyhisselâmın bile, "burayı bir adım aşarsam yanarım" dediği, "varlığın son sınırı"dır. Rabb’imizin Zât-ı Ulûhiyetlerini müşâhade biz aciz mü’minler için mümkün olmasa da, Rabb'imiz, sonsuz merhameti ile, sıfat ve fiil tecellîleri üzerinden, bir mânâda "vech"ini bize gösterir. Eğer akıl dalgalanmalarını durdurabilir, dünyaya kendimizden bir şeyler yansıtmadan bakabilirsek hemen "âyetler" (esmâ/ sıfat tecellisi) taâyyün eder (belirginleşir) ve bu âyetlerin toplamı "vechullah" mânâsına gelir. Fakat burada bir incelik vardır; bu müşâhade aklî yorum kabul etmez, gördüğümüzü yorumladığımız ânda o hâl kaybolur. Şairler farkına varmasalar da tevhîd (ilâhî Birlik) aşıklarıdır; bir iki misal sunalım… Bakın görünenin ardındaki bu muhteşem hakikati Wallace Stevens, şiirinde nasıl ifade ediyor (serbest tercüme)…
Her defasında geyikler dört nala koştuklarında
Oklahoma üzerinde
Yaban kedisinin tüyleri diken diken oldu
Gittikleri her yerden
ayak/toynak sesleri geldi
Ta ki (sürü) hızla, yuvarlak hat çizerek
bir dönüş yapıncaya kadar
Sağa doğru
Yaban kedisi nedeniyle
Veya (başka) âni bir dönüş
Hızla, yuvarlak hat çizerek
Sola doğru
Yaban kedisi nedeniyle
Geyikler dört nala koşmaya devam etti
Yaban kedisi hoplaya hoplaya kaçtı
Önce sağa, sonra sola doğru
Ve…
Tüyleri hâlâ diken dikendi
Sonra yaban kedisi koca gözlerini yumdu…
Ve uyudu…
Eğer kendimizi vererek okuduysak bu şiir içimizde bir “gariplik” oluşturur, bizi sürükler, başka bir yerlere götürür; belki de dünyaya bir yaban kedisinin gözlerinden bakmaya başlarız! İşte bu duygu veya hâl, “âyetlerle” temâsımızın işaretidir.
Kevnî (evrendeki) âyetleri yansıtan bir başka şiir tarzı ise Japonların “haiku” diye adlandırdıkları kısa ama anlam dolu şiirlerdir. Matsuo Basho (1644-1694) ‘dan bir misal verelim…
Sonbahar mehtâbı…
cevizi kemiriyor
bir kurt sessizce…
eski havuz
kurbağa “cup” diye atlıyor.
Rasyonel akıl, kendi “aklına” göre dünyayı tanımlayarak baktığı için, dünyaya sürekli bir şeyler yansıtır ve dünyayı, olduğu gibi olanı, o muhteşemliği “örter”. Bir mânâda dünyaya zulmeder; çünkü z-l-m mastarından gölgelemek anlamı da çıkar. Peki yansıtmadan görmek nasıl mümkündür? Veya rasyonel akıl durduğu zaman görmek hâlâ daha mümkün müdür? Evet mümkündür, ama bir şartı vardır; o da, “gördüğünde yok olmak”tır. Gördüğünde yok olursan gördüğün olursun; güle bakarken gül olursun; kediye bakarken muzip, arsız kedinin gözleri ile dünyayı görürsün.
Son Samuray filminde Katsumoto (Ken Watanabe) son sahnede, vücuduna onlarca kurşun isabet ettikten sonra, kiraz çiçeklerine bakarken ne haldeydi, hatırlayın. Evet tüyleriniz diken diken olacak, çünkü burada sanki büyük bir sır gizli. Aslında sır falan yok ama gelin yine de sır diyelim. Katsumoto’nun sırrı işte o “âyet” leri görmesiydi, ama son nefesini verirken. İlkbahar esintisinde kiraz çiçekleri gibi havada uçuşmak… Bundan daha yüce bir özgürlük olabilir mi? Çiçek olduktan sonra acı kalır mı, ölüm gelir mi? İşte "vechullah" ile temas biz garip kullar için böyle olabilir.
Şimdi bütün bu anlatılanlar psikolojik olarak bize ne ifade edebilir, üzerine biraz tefekkür edelim. Şu acılarla dolu hayatımızda kimimiz depresyonda, kimimiz kaygılar içinde, hayat fırtınasında bir o yana bir bu yana savrulup duruyoruz. Rabb'imiz bize "sabır" diye bir dayanma gücü vermiş, ama hepimizin bildiği gibi bazen sabır küpü de taşıyor ve çaresiz kalıyoruz. Âyet-i kerîme bu sabrın güçlenmesi için evvel emirde (öncelikle) bize, "doğru" insanlarla beraber olmamızı tebliğ ediyor… "yed'une rabbehum bil gadati vel aşiyyi / sabah ve akşam (Rabb'inin davetine uyup) dua edenler"le mümkün olduğunca beraber olmak. Bu beraberlik en basitinden, vakit namazlarımızı camiide cemaatle edâ etmek veya hiç değilse çevremizdeki bu vasfa uyan insanlara mümkün olduğunca refâkat etmek ile gerçekleşebilir. Fazla bir şeyler konuşmasak, derdimizi dile getirmesek bile onunla/onlarla beraber olmak gönlümüzü ferahlatır, bir mânâda bizi tedavi eder. Hadis-i Şerifte, "İyi arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir; misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın; körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!" buyurulur. Böyle insanlarla beraberliğin bir diğer fazileti "الْمُؤْمِنُ مِرْآةُ الْمُؤْمِنِ / El-mu'minu mir'âtu'l-mu'min/ Mü’min mü’minin aynasıdır" hadîs-i şerîfinde mündemiç (içkin) olan hakikatlerdir. Evvel emirde (öncelikle) “el-Mu’min", Rabb'imizin güzel isimlerinden biridir ve emniyet (güven) verici mânâsına gelir. Bu mânâdan hareketle, bu ism-i şerîfin mazhârı olan birisinin yanında, bütün kaygılarımızın ötesinde, kendimizi güvende hissederiz.
Bu hissiyâtın bir de ince hakîkati vardır; her insan derûnunda (derinliklerinde) kaygı ve hüzün ötesi bir hazret-i insan kuvvesi (potansiyeli) taşır, "la havfun aleyhim velahum yahzenûn" ibâre-i celîlesi bu mânâya gelir. Yani şifâ, insanın kendi kendisindedir, ama birisinin onu ona yansıtması elzemdir. Umumiyetle tekâmül etmemiş insanlar birbirlerine baktıklarında, psikolojik bir savunma mekanizması olan "yansıtma" yolunu kullanırlar. "Yansıtma", kişinin kendi şuur-dışında taşıdığı ve kabul edemediği bazı yönlerini, karşısındaki muhattabına aktararak, yansıtarak gerçekleştirmeye çalıştığı bir rahatlama tarzıdır; yani hep kusur görmedir. İşte “doğru", sâlih insanlar bu yansıtmayı asgari (en düşük) seviyeye indirdikleri için gönül aynalarında, karşılarındaki insana hayat boyu o kadar özlemini çektiği kendi hakîkatini, tasavvufî tâbirle "Cân"ını yansıtırlar. Bu sebeple onların yanında, zâhiri şartlar değişmemiş, sıkıntılar devam ediyor olsa bile rahatlarız ve sanki üzerimizden tonlarca yük kalkar.
Âyet-i kerîmenin devamında bu beraberliğin ne kadar ehemmiyetli olduğunu bir defa daha vurgulamak için… "ve la ta'du aynake anhum / gözlerini onlardan çevirme" buyurulur. Yani dünya meseleleri ve sözde değerleri üzerine yoğunlaşmış aklını durdur ve himmetini onlara yönelt, mesajını alırız. Eğer böyle insanlarla değil de, tam tersine "hevâ"sına (aşırı dünya sevgisi) uymuş; aşırılık, azgınlık içinde "furuta" ve Rabb'ini zikr etmekten, hatırlamaktan gafil kalmış… "agfelna kalbehu an zikrina" yani perdelenmiş insanlarla beraber olursak, bu rahatlamayı yaşayamıyoruz.
Kaşânî hazretlerinin bu âyet hakkındaki te’vîli şöyledir:
“Candan sebât et”. Burada Allah ve Allah ehli ile birlikte olmada sabretme, sabır gösterme, O’ndan başkasına yönelmeme emrediliyor. Bu sabır, istikamet ve temkin kapsamına girer. Bu da ancak Allah ile olabilir. “Sabah akşam Rabb’lerine…dua edenlerle birlikte…”, daima Allah’ı birleyen, mücerret, Allah’dan başkasını talep etmeyen, dünya ve ahirete ihtiyaç duymayan, sıfat ve fiillerin yanında durmayan “O’nun rızasını dileyen” , yani sadece O’nun zatını isteyen, O’na dua eden, fenâ sabahı zuhûr vaktinde ve bekâ sırasında Zât’ın onlarla perdelenmesi vakti başkasını araya koymak suretiyle O’ndan perdelenmeyen fakirlerle birlikte sebat et. Çünkü onlarla birlikte sabretmek Allah ile sabretmektir. Gözleri onlardan ayırmak yasaklanmıştır. Zaten başkasına meyletmek, gözleri onlardan ayırmaktan ibarettir.