Gece onunla yatıyorum.

Sabah onunla kalkıyorum.

Gün içinde defalarca kontrol ediyorum.

Sanal bir dünya: Matrix

Matrix Sendromu

Matrix, Hollywood yapımı bir film dizisinin adıdır. 1999 yılında ilk bölümü, 2003 yılında da ikinci ve üçüncü bölümleri yayınlanmıştır. Filmin konusu, insan ruh ve bedeninin birbirlerinden ayrılıp; beden, bir makinada canlı tutulurken rûhun bir bilgisayar programına yüklenmesidir. Filmin kahramanı Neo, Morfeus adlı bir bilgenin yardımıyla, tutsak insanları kurtarmaya, gerçekle buluşturmaya çalışır.

“Ekran bağımlılığı” kavramı, akıllı telefonları (veya diğer teknolojik cihazları) kullanım oranının ciddi bir boyuta (eksikliğinde yoksunluk belirtilerinin görülmesi derecesine) ulaşmış olduğunu ifade ederken; “Matrix sendromu”, özellikle akıllı telefonlarla düzenli temas halinde olan herkesi tesiri altına alan ve belli riskler taşıyan bir tehlikeye işaret ediyor.

Ekran zamanı günde 5 saat ve üstü olan ergenlerde intihar düşünceleri %48 oranlarındayken günde 1 saat ekran başında kalanlarda bu oran %28’e iniyor. Yani bütün cazibesine rağmen “Matrix” hayatı çok sıkıcı, boğucu, hatta ölüme davet edici bir yer.
Ekran başında geçirilen zaman ne kadar uzunsa farkına varmadan sanki o kadar büyük bir bir istilaya uğruyoruz. Bize ait olmayan sözde değerler, davranış biçimleri, duygular içimize işliyor; şaka gibi gelse de “Matrix” içinde sanal bir hayat sürdürmeye başlıyoruz.

Bazı yavaş ilerleyen hastalıkların hastalık olduğu bilinci ancak belirli bir süre sonra, birikim yaptıklarında meydana çıkar. Bunun en anlaşılır örneklerinden biri sigara bağımlılığıdır. 50 sene öncesine kadar tehlikesi pek anlaşılmayan bu bağımlılık, farklı organlara verdiği zarar bilimsel olarak kanıtlandıkça “dost”tan “düşman”a dönüşmüş ve ABD örneğinde olduğu gibi tüketimi, etkin bir şekilde azalmıştır. Matrix Sendromu’nda da ne kadar çabuk teşhis koyup çareler üretmeye başlarsak zararı o kadar azaltmış oluruz.

Yıldızlar Geçidi: Kalb

Sizi bu bölümde, özellikle evham ve depresyon gibi psikolojik rahatsızlıkların esas kaynağının ne olduğunu ve her anlamda sıhhatli bir yaşamın ancak nasıl mümkün olabileceğini Nefs Psikolojisi açısından görmeye davet ediyoruz. Kalbi anladıktan sonra Matrix Sendromu'nu daha iyi anlayacağız. Şimdi, ``beyin`` merkezli Psikoloji'den, ``kalb`` merkezli Psikoloji'ye geçiş için hazır olun!
Psikoloji ilminin doğduğu şu son iki yüz sene içerisinde biz patolojinin sebebini hep zihinde ve dimağda aradık, ama şimdi Nefs Psikolojisi vasıtasıyla anlıyoruz ki esas mesele kalbimizdeymiş; şifâ oradan geliyormuş. Nûr mahrumiyetinin depresyon ve evham hastalıklarının etiyolojisinde (nedeninde) anlamlı bir rol oynadığı hakikati, bütün profilaksi (hastalık meydana çıkmadan tedbir alma) ve tedavi stratejimizi yeniden değerlendirmemizi elzem kılıyor.
Aslî bilgi işlem merkezidir.
Hâllerin, nûrun ve füyuzâtın akış yeridir.
Psikolojik hastalıkların azaldığı nefs konumudur.
Aslî insani haz merkezidir.

Kalb geçidi, nefs yapısında, nefs-i emmârenin üst taraflarında nefs-i mülhime / nefs-i mutmainne katmanlarına yayılmış “sadr” alanında bulunur ve insanın alt âlemi ile üst âlemi arasında bir geçiş  gibidir. Bu mânevi geçidin fonksiyonları şöyledir:

  • 1.

Kalb, “rûh ve beden birlikteliği” içinde yaratılmış insanın aslî yönüne açılan bir geçittir; tasavvuf mecazlarında bu geçit bazen bir kale kapısına benzetilir. Bu geçidin hemen ardında duyu ve duygularımızın letâfet kazandığı (inceldiği) bir varoluş alanı vardır. Hakim Senâi Hazretleri (ks) burayı “Cân Vilâyeti” diye tanımlar. Burada artık nazar sathî (yüzeysel) görüşü, “müşâhede” hâline tebdîl olunur; yani eşyânın ve insanın derin hakikatine şâhid olmaya başlarız.

  • 2.

Çevremizden ve iç dünyamızdan bize devamlı işâretler gelir. Mesela Zâriyat Sûre-i Celîlesi 20-21’de: “Ve fil ardı âyâtun lil mukınîne ve fi enfusikum, e fe lâ tubsirun / Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinde âyetler (işaretler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” buyurulur. Bizim bu işâretleri göremememizin sebebi ise, beş duyu organımız vasıtasıyla bizlere ulaşan verilerin zihnimizle sınırlı kalması, kalbimize vâsıl olmamasıdır. Çünkü kalb adeta bir bilgi işlem merkezi gibidir ve tüm bu hakikat şifreleri ancak kalbde çözülebilir.

  • Bu verilerin kalbe vâsıl olamamasının ise çeşitli sebepleri vardır. Aslî sebep, insanın sadece Kur’ân-ı Azîmüş-şân âyetlerine değil, hem kendi nefsinden ve hem de çevresinden kendisine vâsıl olan işâret mânâsındaki âyetlere karşı büyük bir direnç göstermesi ve inanılmaz akıl oyunları ile kendini kandırmasıdır.
  • Bir diğer sebep; günahlara meyledilirse, kurallara uyulmazsa bu geçidin kirlenmesi ve “kararması”, dolayısıyla insanın kendi hataları sebebiyle bu hayat kaynağından kesilmesidir (azâb); böylece Rabb’imizden lutfedilen işâretleri alamaz hâle geliriz. Bu kurallar, en temel tabiriyle, Rabb’imizin “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerinden de uzak durmaktır.
Çevremizden ve iç dünyamızdan bize devamlı işâretler gelir. Bizim bu işâretleri göremememizin sebebi ise, beş duyu organımız vâsıtasıyla bizlere ulaşan verilerin zihnimizle sınırlı kalması, kalbimize vâsıl olmamasıdır. Çünkü kalb adeta bir bilgi işlem merkezi gibidir ve tüm bu hakîkat şifreleri ancak kalbde çözülebilir.
Kurallara uyulmazsa bu geçit kirlenir ve “kararır”, dolayısıyla insan kendi hataları sebebiyle bu hayat kaynağından kesilir (azâb); böylece Rabb’imizden lutfedilen işâretleri alamaz hâle gelir.
  • Ama bir de, kurallara genel olarak uyulsa ve büyük günahlara tevessül edilmiyor olunsa bile, içimizde yaratılışımız itibariyle mevcud olan gölgeleri, yani bencillik, ucûb, riyâ, cimrilik, hased gibi çeşitli nefsî yönlerimizi de mümkün olduğunca terketmek ve aşırı dünya sevgisine ve “put”lara da meyletmemek gerekir. Bu “put”lar; maddiyat, makam/mevki hırsı, tûl-i emel (uzun vadeli emeller), “izm” sözde dinleri & sahte peygamberleri veya narsisizm misalinde olduğu gibi insanın kendi kendisi olabilir (rasyonalizm, kendi aklına tapma, gnostik/agnostik büyüklük hezeyanları veya zamana karşı savaş, estetik ameliyatlar…). Yani Rabbu’l Âlemîn’in dışında aşırı bir iştiyakla sarıldığımız mâsivâ (Allah ve Resûlü’nden başka her şey), putlaşma tehlikesini getirir. Ve ne zaman himmetimiz bu put üzerine yoğunlaşırsa ilâhi koruma azalır (kendi yaptırımımız dolayısıyla) ve bu putlar kâlbimizi istila eder. Kalb geçidini bloke eden herhangi bir “put”, hemen akabinde insanı perdeler ve fuyuzât-ı rabbaninin (ilâhi feyizler/taşmalar) ve insanı her türlü psikolojik rahatsızlıktan koruyan ve nâr/maddiyat ateşini söndüren nûrun akışını durdurur.
İşâretlerin, “esas bilgi işlem merkezi” olan kalbe vasıl olabilmesi için, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi elzemdir.
  • Kalbimizden bizlere ulaşan bu “işâret /âyet”ler bizde çok önemli iki temel değişikliğe sebep olurlar:
    1. Rasyonel aklın fikir dalgaları ancak kalb geçidinden atâ’ olunan ilhâmât, varidat, tuluât, füyuzât… diye tanımlanan ilâhî “enformasyon” ile buluştuğunda şüphe, tereddüt, belirsizlik, kararsızlık kaybolur; eşyânın, insanların ve olayların hakikati meydana çıkmaya başlar. Bu derinliğine nüfuz eden ince görüşe hikmet, mârifet, müşâhede, basîret, ferâset, mükâşefe, ru’yet, irfân… denir. Yani bu durumda insan ve evren üzerindeki “sis perdesi” kalkar ve hakîkat güneşi doğar. Bu mânâda kalb, sanki bir “yüksek bilgi işlem merkezi” gibidir; rasyonel akıldan gelen bilgiler ayıklanır, seçilir, ve arıtılır.
    2. “Sis perdesi”nin kalkmasının bir getirisi de, hâllerimizin değişmesidir. Bu “işâret”leri ve rahmânî hâlleri hissedememek, bunlardan mahrum kalmak ise insana acı verir; insan bir tür “işâret ve hâl açlığı” çeker.  Yani kalb kapısı aralandığında, çevremizdeki eşyâyı ve insanı başka gözlerle yani basîret nûru ile görmeye; ve ayrıca duygu benzeri ama daha uzun tesirli “hâl”ler, yani rûhânî hazlar da yaşamaya başlarız. Bu hâller psikolojik açıdan ise, depresyon ve evham gibi bazı rahatsızlıklarımızın da ilacı gibidir. Fakat eğer bu işâretleri görmezden gelirsek, ki çağımızda bu âyetleri örten en vahim tesir sanal bağımlılıktır, kör ve dilsiz gibi oluruz. Bütün bu anlatılanlardan Psikoloji açısından çıkan en önemli hüküm, kalb geçirgenliği ve aktivitesinin mutlu bir hayat sürdürmek için tahminlerimizin çok ötesindeki ehemmiyetidir. Artık esas psiko-patolojimizin (psikolojik hastalıklarımızın) zihnimizde değil, kalbimizde cereyan ettiğini anlamaya başlıyoruz.
Âyetler kalbimize vasıl olduğunda bizde çok önemli değişiklikler olur: Kalb geçidinden ilhâmat, füyuzât, vâridât ve tulûat gibi ilâhî enformasyon akışı gerçekleşir; rasyonel aklın fikir dalgaları bu enformasyon ile birleştiğinde şüphe, tereddüt, belirsizlik gider ve yerini irfân, mükâşefe, hikmet gibi ince görüşlere bırakır; böylece sis perdesi kalkar ve içimizde hakîkat güneşi doğar. Yani kalb, sanki bir “yüksek bilgi işlem merkezi” gibidir; rasyonel akıldan gelen bilgiler burada ayıklanır, seçilir, ve arıtılır.
Sis perdesi kalkıp kalb geçidi aralandığında ise, çevremizdeki eşyâyı ve insanı başka gözlerle yani basîret nûru ile görmeye; ve ayrıca duygu benzeri ama daha uzun tesirli “hâl”ler, yani rûhânî hazlar da yaşamaya başlarız. Bu “işâret”leri ve rahmânî hâlleri hissedememek, bunlardan mahrum kalmak ise insana acı verir; insan bir tür “işâret ve hâl açlığı” çeker. Yani bu hâller psikolojik açıdan, depresyon ve evham gibi bazı rahatsızlıklarımızın da ilacı gibidir.
  • 3.

Kalb, her insanda “nûr” tecellisinin (ilâhî belirginleşme, meydana çıkma) en kesif (yoğun) olduğu nefs yapısıdır. Bu yapıyı “geçit” yerine başka bir mecazla tanımlarsak, örneğin bir merceğe benzetirsek, bu “mercek” temizlendikçe dünya nûrlanır. Dünyadaki varoluşumuzu kaybolduğumuz karanlık bir ormanda yürüyüşe benzetirsek, bir de bakmışız bulutlar dağılmış ve mehtabın aydınlattığı patika önümüzde belirmiş, aynen En’âm sûresi 122’de belirtildiği gibi… “E ve men kane meyten fe ahyeynahu ve cealna lehu nuren yemşi bihi fin nasi…/ Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu…” Dikkatinizi istirham ederiz bu âyet-i kerîmede, Rabb’imiz “nûr”suz hayatı ölüme benzetiyor. Ayrıca Allah’ın güzel isimleri (esmâü’l hüsnâ) sıralamasında el-Hâdi ism-i şerifi (nûrlu Hakk yoluna sevk eden), en-Nûr ism-i şerifinden hemen sonra gelmesi de çok anlamlıdır. Nûr kalbden tecelli ettiğinde yukarıdaki âyet-i kerîmede işaret ettiğimiz gibi “Hâdi yolu” aydınlanır. Bu “nûr” tezahürü (belirginleşmesi) sadece bazı insanlara nasib olan istisnâi (genelden ayrı) bir durum da değildir, her insan yaradılışı gereği nûrun varlığını bilir, kendi kaybolmuşluğu sebebiyle nûru arar ve bu nûru bulamazsa “nûr açlığı” çeker.

  • Nefs yapımızda “sırât-ı müstakîm” hattında, “Akabe” yokuşunda yükselmek (Beled 90/11) gerekir. Ama eğer bu yükselme vukû bulmazsa “nûr açlığı” yani “Hakk’tan perdelenme” başlar. Bu “nûr açlığı” psiko-patolojide (psikolojik hastalıklar ilminde), şimdiye kadar, en azından biz psikiyatr ve psikologların bilmediği, çok yeni bir durumdur.  Nefs-i emmare veya daha alt “esfele sâfilîn” derekelerinin dar, karanlık varoluş alanında sıkışıp kalma (kebed hâli) zamanla kaçınılmaz bir şekilde, kişinin yapısına göre, farklı miktarlarda kaygı ve depresyona sebep olur. Ve iki yüz yıldır müşahede ettiğimiz gibi bizim bütün psiko- ve farmako-terapi (ilaç tedavisi) çabalarımız, uzun vadede işe yaramaz, insanlık gittikçe “kararmaya” başlar. Bu “nûr”un aydınlatmadığı dünyada ise, ilâhi işâretler mânâsındaki “âyetler” de artık fark edilmez, “âyetler açlığının” sebep olduğu derin bir anlamsızlık ortaya çıkar. İlâhî kuralları bozup insana veya umûmi mânâda varlığa müteveccih (yönelik) bir kötülük yaptığımızda, kâlb geçidi hemen daralır veya tıkanır; nûr akışı inkataya uğrar (kesilir). Nefs tezkiyesine (temizliğine) riâyet edilmezse (uyulmazsa), kalb geçidi aşırı dünya sevgisi ile tıkanırsa, “büyük sessizlik” başlar; yani ilâhî râbıta kesilir, dünya kararır, “beslenme” duraklar, iç cehennemin derinliklerine doğru kaçınılmaz bir iniş başlar. Sanki bir defa ilâhî kurallar bozulduktan sonra, yavaş yavaş bütün oto-kontrol sistemi (akl-ı selîm, vicdan…) çöker ve insan sanki bile bile kendi hazin sonunu hazırlar. Kalb geçidinden akan nûr, o geçidin perdelenmesi sebebiyle artık nefs yapısını kaplamaz ve bu alacakaranlık yapıda, işaretleri de görmezden gelirsek, battıkça batarız.
Kalb, her insanda ``nûr`` tecellisinin en kesif (yoğun) olduğu nefs yapısıdır. Bu yapıyı ``geçit`` yerine başka bir mecazla tanımlarsak, örneğin bir merceğe benzetirsek, bu ``mercek`` temizlendikçe dünya nûrlanır. Nûrsuz hayat ölüm gibidir.
Kalb geçidinden akıp gelen işâretlere ve nûra acilen ihtiyacımız vardır; yoksa “içimiz sıkılır”, “kalbimiz kararır”, “içimize kasvet çöker” ve sonunda “dünyamız da kararır”. Bu durumu “insanın aslî nûr ve işâret iştiyakı” diye tanımlayabiliriz.

Bütün bu anlatılanlardan Psikoloji açısından çıkan en önemli hüküm, kalb geçirgenliği ve aktivitesinin mutlu bir hayat sürdürmek için tahminlerimizin çok ötesindeki ehemmiyetidir. Artık esas psiko-patolojimizin (psikolojik hastalıklarımızın) zihnimizde değil, kalbimizde cereyan ettiğini anlamaya başlıyoruz.

  • Eğer hatalarda ısrar edilirse nefsin bodrum katlarına doğru bir alçalma başlar. ”Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ se nestedricuhum min haysu lâ ya’lemûn /Ama âyetlerimizi yalanlamaya kalkışan kimselere gelince; onları, ne olup bittiğinden haberleri olmadan adım adım alçaltacağız”. En’âm s. 182. Kâlb geçidinden süzülüp gelen ve dünyaya anlam veren o anlatılmaz ışık yani “nûr” birdenbire kesilmediği için bu düşüşün farkına varmayız, aynen bir rezistansı çevirerek milim milim ışığı azalttığımız gibi; “min haysu la ya’lemun /haberleri olmadan” bu mânâya gelir. Böylece “âyetleri” (işâret mânâsında da) görmemekte ısrar ettiğimiz ve hatalarımızı tekrarlamaya devam ettiğimizde gittikçe o nûrdan mahrum kalırız (azâb) yani “dünyamız kararır”. Ve hatalar tekrarlandıkça “perde üzerine perde” konur; nûr ve âyet yoksunluğu eziyeti başlar. Eziyet; çünkü “nûr”dan kesilme “nâr” (=ateş) içine düşme mânâsına gelir.
Eğer hatalarda ısrar edilirse nefsin bodrum katlarına doğru bir alçalma başlar. Kâlb geçidinden süzülüp gelen ve dünyaya anlam veren o anlatılmaz ışık yani ``nûr`` birdenbire kesilmediği için bu düşüşün farkına varmayız. Böylece nûr ve âyet yoksunluğu eziyeti başlar. Eziyet; çünkü “nûr”dan kesilme “nâr” (=ateş) içine düşme mânâsına gelir.
Bu eziyet, Beled Sûre-i Celîlesi’nde gördüğümüz “kebed” sıkıntısıdır. Yani dış görünüş açısından her şey yolunda gidiyor, zenginlik ve refah yaşıyor olsak bile, eğer sıkışıp kaldığımız nefs-i emmârenin bir zar gibi etrafımızı saran görünmez sınırlarını aşamaz, felâh hâlini yaşayamazsak, varoluşumuz sanki karanlık bir hapishane hücresinde gibidir.
  • “Nûr”, fotonların teşkil ettiği bildiğimiz gün ışığı benzeri fakat bugünkü ilmimizle mahiyetini çözemediğimiz ama varlığını çok iyi bildiğimiz bir ilâhî lâtîfedir (incelik). Ve bu “nûr” hem âfâkta (evrende) ve hem de bizim derinliklerimizde taayyün eder. Hatta Rabb’imiz Zât-ı Ulûhiyyetlerini tanımlarken Nûr Sûre-i Celîlesi 35’te… “Allâhu nûru’s-semâvâti vel ard… /Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” buyurur. Yani biz farkına varmadan, bir açıdan “nûr” içinde yüzüyoruz demektir. Bu umûmi (genel) nûrdur ama bir de husûsi nûr vardır ve bu nûr her insanın kalb kapısının ardında taayyün (belirginleşme) için hazır bekler. Fotonların teşkil ettiği dünya ışığı bu esas ışığa nispetle “gölge” gibidir yani dünya ışığı bize yetmez; bizi bir müddetliğine avutsa da, hep bir nûr açlığı çekeriz. Ve bu açlık birikim yaparsa önce sıkıntıya tebdil olur (dönüşür), ki bu durum Beled Sûre-i Celîlesi’nde gördüğümüz “kebed” sıkıntısıdır. Yani dış görünüş açısından her şey yolunda gidiyor, zenginlik ve refah yaşıyorsak bile, eğer sıkışıp kaldığımız nefs-i emmârenin bir zar gibi etrafımızı saran görünmez sınırlarını aşamaz, felah hâlini yaşayamazsak, varoluşumuz sanki karanlık bir hapishane hücresinde gibidir. “E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûran yemşî bihî fîn nâsi ke men meseluhu fîz zulumâti leyse bi hâricin minhâ…/ Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu?” En’âm s. 122. Hangi ölü… “Emvâtun gayru ahyâin ve mâ yeş’urûne eyyâne yub’asûn /Hayatı hiç tatmamış ölülerdir! Ne zaman dirileceklerinin de şuuruna varamazlar”. Nahl/21 Peki ne yaparsak bu yarı ölü varoluş tarzından kurtulup, felâhı yaşayıp, Rabb’imizin nûruna kavuşuruz? Mesela Enfal 8/24’te zikredilen “hayat verecek şeyleri” yapmaya başladığımızda… “Yâ eyyuhâllezîne âmenûs tecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm…/ Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun…”. Ve uyarsak ne olacak; Rabb’imiz bize öyle bir müjde veriyor ki neredeyse aklımız duruyor… “…va’lemû ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn / …bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer…” Bakın yarı ölüyken dirilmek nasıl bir şey ve ne inanılmaz bir nûr tecellisi ile müşerref oluyoruz; Rabb’imiz nûr-u kemâli (mükemmellik nûru) ile teşrif ediyor!
“Nûr”, fotonların teşkil ettiği bildiğimiz gün ışığı benzeri fakat bugünkü ilmimizle mahiyetini çözemediğimiz ama varlığını çok iyi bildiğimiz bir ilâhî lâtîfedir (incelik). Ve bu “nûr” hem âfâkta (evrende) ve hem de bizim derinliklerimizde taayyün eder.
“E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûran yemşî bihî fîn nâsi ke men meseluhu fîz zulumâti leyse bi hâricin minhâ…/ Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu?” En’âm s. 122.
  • 4.

Kalb ve civarı, yani sadr alanı, psiko-patolojinin (psikolojik hastalıklarımız) azaldığı nefs konumudur. Kalb geçidine yaklaştıkça kaygı, esef, keder, hüzün, pişmanlık, suçluluk, yetersizlik, abartılmış utanç, öfke, nefret vb. duygular farkedilir bir düşüş gösterir. Nûr tecellisi, “nâr”ı söndürür; içimizin yanması azalır, göğsümüze bir ferahlık gelir; sanki kalbimizin üstünden tonlarca yük kalkar. Kalbin insanın mânevi acıları üstündeki bu tesiri psiko-patolojiye yepyeni bir yaklaşımı mümkün kılar.

  • Depresyon hastalığının zevk alamama, suçluluk, yetersizlik, pişmanlık, zehirli utanç gibi duygularının yanısıra, belirtilerinden birisi de hayatiyet duygusunun azalmasıdır; hasta bütün enerjisinin gittiğini, ölü gibi olduğunu hisseder. Hiçbir şey yapmaya gücü yoktur, geleceğe yönelik ümidini ve güvenini kaybetmiştir. Bu durumda bile, diğer terapi girişimlerinin beraberinde biraz düzelme olduğunda, kendisini “hayat veren işleri” yapmaya teşvik edersek, beklenmedik artı bir netice elde edebiliriz. Hele hele bu durum bir hayat tarzı hâline dönüşürse, depresif krizlerin derinliği ve sıklığı anlamlı bir şekilde azalabilir.
  • Kalb geçidi aralanıp nûr tecellisi artarsa, korku ve evham (kaygı) da gücünü kaybeder ve ciddi oranlarda itminân (asli varoluş güveni), recâ’ (asli varoluş ümidi), sürûr (asli varoluş neşesi) vb. hâllere tebdil olur (dönüşür); sanki karanlık dünya gecesinde nûr mehtabı çıkar.
  • Psikoloji ilminin doğduğu şu son iki yüz sene içerisinde biz patolojinin sebebini hep zihinde ve dimağda aradık, ama şimdi Nefs Psikolojisi vasıtasıyla anlıyoruz ki esas mesele kâlbimizdeymiş; şifâ oradan geliyormuş. Nûr mahrumiyetinin depresyon ve evham hastalıklarının etiyolojisinde (nedeninde) anlamlı bir rol oynadığı hakikati, bütün profilaksi (hastalık meydana çıkmadan tedbir alma) ve tedavi stratejimizi yeniden değerlendirmemizi elzem kılar. Bu durum özellikle çağımızda küresel bir epidemi hâline dönüşmüş sanal bağımlılık alanı için geçerlidir.
  • Yukarıda saydığımız psikolojik acılarımızın esas sebebi, sadece bazı arzu ve isteklerimizin, istediğimiz zaman ve miktarda tatmin olmaması değil, bu isteklerden dolayı kalb kapısının tıkanmasıdır. Buradan da aşağıda açıklayacağımız çok ilginç hüküm çıkar.
  • 5.

Psikoloji ilminin tanımladığı, beyin sapında yer alan ve bazı saiklerimiz (güdüler) tarafından tetiklenen “haz sistemi” birçok davranışımızı açıklasa da bazı durumlarda cevap bulamayız. Burada salgılanan “dopamin” hormonu geçici bir haz verir ama kısa bir müddet sonra hemen tesirini kaybeder.

  • Fakat sadece bazı maddeler değil, mücerret (soyut) düşüncelerimiz de, tabii saiklerimize (doğal güdülerimize) ters düşse bile, bizlere mahiyetini (niteliğini) bilmediğimiz bir tür haz yaşatabilir. Mesela bir ideal uğruna açlık grevi yapan veya insanın en güçlü güdüleri olan cinselliği bile erteleyerek hayır işlerine koşan insanlarda olduğu gibi. Nöro-biologlar bu durumu insanın “üstün-gücü” olarak tanımlarlar. Nefs psikolojisi ise bizleri bu mevzuda insanın ikincil hatta asıl bir haz sistemi olabileceği düşüncelerine götürür. Çünkü yaşadığımız bazı rahmânî hâlleri sadece yukarıda tanımladığımız haz sistemi ile bağlantılandırmak mümkün değildir. Veya bildiğimiz “dopamin” odaklı haz sistemi devreye girmiş olsa bile, bu hâllerin bizim içimizde uyandırdığı hisler ve tatmin duyguları, alıştığımız bildiğimiz duyguların çok üstünde bir ayrıcalık taşır. Bu durumda Montague’ın “üstün-güç” dediği her ne ise bize göre duygu üstü “üstün-duygular” yani “rahmânî hâller”dir.
  • Kalbimiz devreye girdiğinde yaşadığımız bu rahmânî hâller, haz sisteminin verdiği geçici hazlardan çok daha güçlü, uzun süreli ve farklı hazlar verirler. Mesela “sürûr” (aslî varoluş neşesi), tesirini uzun müddet sürdüren, hayata bakışımızı değiştiren ve içinde hiçbir şekilde hüzün barındırmayan sevinç hâlidir. “Selâm” (aslî barış hâli) bütün varlıkla derin bir kardeşlik, barış, esenlik hâli yaşamak demektir. “Sekîne” (aslî varoluş sükuneti) en dayanılmaz, dehşet verici fırtınanın dinmesi ve kara bulutlar arasından kalbimizi ısıtan güneşin çıkması gibidir. “Sekr” içmeden sarhoş olma hâlidir ve alkol gibi ertesi gün baş ağrısı vermez, öyle birkaç saat içinde geçip gitmez. Yani Rabb’imizin sözünü dinleyip kalb geçidine yaklaşabilirsek bildiğimiz bütün hazların ötesinde, fevkinde (üstünde) haz üstü hazlar yaşamaya başlarız, iç cennetimizin “safâ” sını süreriz. Ve bütün bu hâller bu dünyaya göre, kıyas kabul etmez derecede daha “aydınlık” bir âlemde yaşanmaya başlanır, işte bu ışık üstü aydınlığa “nûr” denir. “Rûh” gibi mahiyetini (niteliğini) bilmesek de bu “nûr” ile buluşunca rahatlar, ferahlar, sakinleşir, huzura kavuşuruz. Bütün bu anlatılanlardan çıkan netice, şimdiye kadar bildiğimiz haz sisteminin ötesinde, kalbî derinliklerimizde yer alan, aslî (asıl) bir haz sisteminin varlığıdır.
Kalbimiz devreye girdiğinde yaşadığımız bu rahmânî hâller, haz sisteminin verdiği geçici hazlardan çok daha güçlü, uzun süreli ve farklı hazlar verirler. Mesela ``sürûr`` (aslî varoluş neşesi), tesirini uzun müddet sürdüren, hayata bakışımızı değiştiren ve içinde hiçbir şekilde hüzün barındırmayan sevinç hâlidir. ``Selâm`` (aslî barış hâli) bütün varlıkla derin bir kardeşlik, barış, esenlik hâli yaşamak demektir.
Yani Rabb'imizin sözünü dinleyip kalb geçidine yaklaşabilirsek bildiğimiz bütün hazların ötesinde, fevkinde (üstünde) haz üstü hazlar yaşamaya başlarız, iç cennetimizin ``safâ`` sını süreriz. Ve bütün bu hâller bu dünyaya göre, kıyas kabul etmez derecede daha ``aydınlık`` bir âlemde yaşanmaya başlanır, işte bu ışık üstü aydınlığa ``nûr`` denir. ``Rûh`` gibi mahiyetini (niteliğini) bilmesek de bu ``nûr`` ile buluşunca rahatlar, ferahlar, sakinleşir, huzura kavuşuruz. Bütün bu anlatılanlardan çıkan netice, şimdiye kadar bildiğimiz haz sisteminin ötesinde, kalbî derinliklerimizde yer alan, aslî (asıl) bir haz sisteminin varlığıdır.

İşâretlerin kalble temâs etme süreci

Duyu organlarımız vasıtasıyla zihnimize ulaşan bilgi, ancak kalbimize yükselir ve oradan bizlere ihsan edilen ilâhî bilgi ile buluşursa bilgi tamamlanır; ve bunun da adı hikmettir. Sadece zihinsel faaliyetle arayışa ``yatay nedensellik``; ve kalbî olana da ``dikey nedensellik`` de diyebiliriz (horizontal versus vertical causality). Hikmet ile varoluşa bakarsak, insan ve eşyanın iç hakîkatini görmeye başlarız ve sanki bir sis perdesi kalkmış gibi olur.
  • 1

    Sürekli olarak, kâinattan ve derûnumuzdan zuhûr eden âyetlerle (işâret) temas halindeyizdir.

    Duyu organlarımız vasıtasıyla bu işâretleri/bilgileri alırız. Duyu organlarımız dinamik bir algılama yapısına göre yaratılmıştır. Yani hâdisâtı (oluşumu) müşâhede ederken (izlerken, şahit olurken) ve eşyâya bakarken satıhta da (yüzeyde) kalabiliriz, ama eğer ``mühür`` açılırsa derinliğine doğru da nüfûz edebiliriz.

  • 2

    Rasyonel akıl bu bilgileri nedensellik, kıyaslama ve kategorizasyon ile yüzeysel bir şekilde algılar, ayıklar ve değerlendirir.

    Dimağa ulaşan bilgiler dimağda (zihinde) parçalanırsa kalbe ulaşamaz. Eğer hatalarda ısrar edilirse nefsin bodrum katlarına doğru bir alçalma başlar. Kalb geçidinden süzülüp gelen ve dünyaya anlam veren o anlatılmaz ışık yani ``nûr`` birdenbire kesilmediği için bu düşüşün farkına varmayız. Böylece nûr ve âyet yoksunluğu eziyeti başlar. Eziyet; çünkü “nûr”dan kesilme “nâr” (=ateş) içine düşme mânâsına gelir. Ama dimağda parçalanmayan bilgi, kalbe vâsıl olur.

  • 3

    Kalbe ulaşan bilgilerle derinliğine bir temas kurulur; tefekkür devreye girer.

    Âyetler kalbimize vâsıl olduğunda bizde çok önemli değişiklikler olur: Kalb geçidinden ilhâmat, füyuzât, vâridât ve tulûat gibi ilâhî enformasyon akışı gerçekleşir; rasyonel aklın fikir dalgaları bu enformasyon ile birleştiğinde şüphe, tereddüt, belirsizlik gider ve yerini irfân, mükâşefe, hikmet gibi ince görüşlere bırakır; böylece sis perdesi kalkar ve içimizde hakîkat güneşi doğar. Yani kalb, sanki bir “yüksek bilgi işlem merkezi” gibidir; rasyonel akıldan gelen bilgiler burada ayıklanır, seçilir, ve arıtılır.

  • 4

    Her türlü psikolojik rahatsızlık diner. Zihin dalgalanmaları yerini temkîne bırakır.

    Sis perdesi kalkıp kalb geçidi aralandığında, çevremizdeki eşyâyı ve insanı başka gözlerle yani basîret nûru ile görmeye; ve ayrıca duygu benzeri ama daha uzun tesirli “hâl”ler, yani rûhânî hazlar da yaşamaya başlarız. Bu “işâret”leri ve rahmânî hâlleri hissedememek, bunlardan mahrum kalmak ise insana acı verir; insan bir tür “işâret ve hâl açlığı” çeker. Yani bu hâller psikolojik açıdan, depresyon ve evham gibi bazı rahatsızlıklarımızın da ilacı gibidir.

Kalbin psikolojik sağlığımız için önemini anladık. Peki cep telefonu/ekran temâsının kalbimizle alâkası nedir?

Çağımız insanının en vahim meselelerinden birisi ``aceleciliğidir``. Şehevi arzuların kamçılamasıyla (biz burada şehveti sadece cinsellik olarak değil, umumi mânâda arzu, istek olarak anlıyoruz) asrımızın insanı zihin labirentlerinde bir oraya bir buraya, neredeyse ölesiye koşturur durur. Bu hızlı varoluşun son belirtilerinden birisi de, ``sanal hızlanma``dır. Artık mekân değiştirme zahmetine de ihtiyaç kalmaz, mekân ışık hızıyla bize gelir. Yaşanan bu uyaran ve malumat (enformasyon) enflasyonu modern insanı o zihin labirentlerine daha da hapseder ve kalb nûrundan mahrum kalırız. Zihin labirentlerinde sıkışıp kalma ve kalb boyutuna geçememe ise bazı patolojilerle (fiziki ve psikolojik hastalıklarla) doğrudan bağlantılı görünüyor. Evham (kaygı) dehşet verici bir hızla artıyor ve hususiyetle gençler büyük kriz yaşıyorlar. Bizim psikiyatr ve psikologlar olarak bu duruma yönelik önleyici tedbirler ve tedavi metotları geliştiremememizin sebebi ise ``kalb`` diye bir insan boyutunun ``Modern`` Psikoloji'de bilinmemesi.

Sanallıkla ve özellikle cep telefonu ekranı ile aşırı temas, farkına varmadan bizi art arda gelen ışık ve çoğu zaman lüzumsuz enformasyon akışı ile sersemletir ve bütün bu enformasyon, dimağa takılıp kaldığı için kalbe ulaşmaz. Basîret ve yakîn nûrundan mahrum kalırız, ilâhi âyetlerle bağlantımız kesilir, eşyânın ve insanın hakikatini göremediğimiz için dünya anlamsızlaşır, karanlıklaşır… Ve depresyon, evham vb. patolojilerde 2012'den itibaren izlediğimiz gibi, bir patlama yaşanır.

Hazmedilemeyecek derecede hızlı ve yoğun enformasyon akışı.

Rasyonel aklın çok hızlı yön değiştirmesi, aceleciliği, hırsı sebebiyle bir ``şifre``yi çözmeden bir diğerine atladığı için, her ne ise o sembolün mânâsı üzerine tefekkür edemeden bir diğerine geçer. Halbuki ulaşan sembolün kalbe inmesi ve orada mânâ kazanması elzemdir. Özellikle sanal dünya ile aşırı temas insanın hazmedemeyeceği kadar bilgiyi çok kısa zamanda akla boşalttığı için, bu bilgi enflasyonu çoğu zaman ne bir işe yarar ne de Rabb'imizle yakınlaşmaya vesile olur.

Renk, ışık, malumat enflasyonu.

Acizane kanaatimize göre asrımızda insanlığın nefs-temizliğini (psiko-hijyen) ifsad eden (bozan) en mühim tesirlerden birisi sanallıkla aşırı temas. Hiç şüphe yok ki bu renk, ışık, malumat bombardımanı altında tefekkür odaklaşması artık mümkün değil. İnsanlık farkına varmadan, usul usul ``esfele safilîn`` derinliklerine, ``Matrix alemine`` doğru iniyor.

Hızlı; tüketim ve haz odaklı yaşam.

İşe yaramayan bilgiler; lüzumsuz tüketim teşviki, dedikodu, fuhşiyat vb.

Zihin Hakk'a götüren yolda işe yaramayan bilgilerle dolduğunda, bütün ``ince`` duyular dumura uğruyor (mühürleniyor) ve kalb ``tortularla`` örtülüyor. Bu sebeple zihne yönelik bilgi/enformasyon akışının ``filtrelenmesi`` çok mühim. Gerek görsel/işitsel medya yönünden, gerekse okuduğumuz kitap, magazin, gazetelerden bizlere ulaşan ve umumiyetle rahmâni olmayan enformasyon bütün dengeyi bozuyor. Reklamlar vasıtasıyla lüzumsuz şeylerin ihtiyaç gibi telkin edilmesi; gıybet, dedikodu, fuhşiyatı körükleyen yayınlar Rabb'imizle irtibat kurabildiğimiz kalbimizi köreltiyor.

Bilgilerle perdelenmek (dezenformasyon).

Dezenformasyon, akla değişik kanallardan ulaşan ``bilgilerin`` kalbe yükselmemesi, üzerlerine derinliğine düşünülememesidir. Bilgi akışı ne kadar yoğun ve hızlı ise, mesela internet bağımlılığında olduğu gibi, o kadar sersemliyoruz; idrak, doğru hüküm verme kabiliyetimiz azalıyor. Yani kayboluyoruz; derin, karanlık bir ``sis`` içinde el yordamı ile hayat yolunu bulmaya çalışıyoruz. Akıl-kalb bağlantısını bilmeyen, hatta kalbi inkâr eden bir psikoloji paradoksu içindeyiz.

Ekranla temasımız arttıkça, ``evham ve depresyon gibi rahatsızlıklardan bizi koruyan nûrun`` kaynağı olan kalpten uzaklaşırız.

İnsanın, üst boyutları ile teması temsil eden kalp geçidi tıkanır. Bu tıkanıklık, lâtif duyuları, duyguları ve hâlleri yaşamamızı engeller. Merhamet, basiret, ferâset, sürûr, itminan, reca’ gibi varoluşumuz için olmazsa olmaz önem taşıyan derin insani değerler körleşir.

Yakın tarih içinde sanallıkla temâsın uzunlamasına bir analizi

Sinema, Televizyon, İnternet, Taşınabilir iletişim sistemleri

Geriye doğru baktığımızda insanlığın “müşterek sanallık”la teması sinema ile başlar. 1890’lı yıllarda sinema makinesinin keşfi ile sanal gerçeklik hayatımıza girer ve başlangıcından itibaren büyük bir cazibe uyandırır. Sanallıkla bu temas, o zamanlar en fazla haftada bir defa gerçekleşir. Sinema çağından sonra, sanallığın daha yaygın hale dönüşmesi televizyon ile başlar ve usulca bir sanal televizyon medeniyeti ve çağı doğar. Artık filmler her gün izlenmekte, üstelik bir de haberler devreye girmektedir. Yani sanallıkla temas haftada 1-2 saatten günde 3-4 saate kadar çıkmış ve bir insan 70 senelik ortalama ömrünün, 70.000 saatini (günde ortalama 3 saatten, bir ömür boyunca toplam geçirilen zaman) sanallık/vehm içinde geçirmeye başlamıştır. Sanallığın üçüncü aşaması ise internet çağı ile başlar ve 1980’lerden itibaren insanın ``makine aşkı” daha da yoğun bir hâle gelir. Günde 3 saat televizyon tüketimine bir de en azından 1 saat internet eklersek, 70 senede 23.000 saat fazladan sanallık eder. Yani insan, iletişimin dördüncü çağına gelinmeden evvel zaten hayatının 100.000 saatini sanallık içinde geçiriyordu. İletişim teknolojisi daha da “gelişince” ve cep telefonu furyası başlayınca bu süre daha da artar ve insanlar artık sanallık içinde boğulmaya başlarlar.

 

TELEVİZYON BAĞIMLILIĞI

Bu mevzuda en geniş muhtevalı çalışma, R. Kubey ve M. Csikszentmihalyi’nin gerçekleştirdiği çalışma gibi görünüyor.

Araştırmacılar ilginç bir metod uygulayarak, “Tecrübe Toplama Metodu/Experience Sampling Method” ölçümlerini gerçekleştirirler.

Bu araştırmada denekler, televizyon izlerken kendilerini rahat ve pasif durumda tanımlarlar. Fakat en şaşırtıcı sonuç, bu rahatlık durumunun televizyon kapatıldıktan sonra bitmesi, ama pasiflik ve yüksek uyarı halinin (alertness) devam etmesidir. Kişiler, “Televizyon sanki bizim enerjimizi tüketti, kendimizi eksik hissediyoruz” derler.

Konsantrasyon kabiliyetleri televizyon izlemeden önceki sürece göre daha düşüktür. Tam tersine, kitap okuduktan, spor yaptıktan, anlamlı aktivitelerde (hobi gibi) bulunduktan sonra kendilerini daha iyi hissederler.

Uzun süre TV seyrederken kişi sanki bir tür hipnoz halindedir; rahatladığını zanneder ama bu hipnozdan ancak aleti kapattığında uyanır ve hem yaşadığı deneyimin kendine fayda sağlamadığını, hem de var olan enerjisinin emilip gittiğini hisseder.

 

Demek ki sağduyu ve aklıselim, ancak “hipnoz” bitince gerçekleşir.

Evet, daha ziyade yalnız, mutsuz, kaygılı insanlar ağır televizyon bağımlılığı kategorisine girerler (günde 4 saat ve üstü); seyrederken menfi düşünceler ve acı verici tekrarlamalardan geçici olarak kurtulurlar ama bu görsel ve işitsel uyaran duşu bitince daha beter hale gelirler. Bu süreç, alkol ile geçici rahatlamayla büyük benzerlik gösterir; tolerans fenomeni (aynı miktarla yetinmeyip hep artırmak) devreye girer.

Araştırmacıların üstünde durdukları aşırı televizyon tüketimi ile irtibatlı bir başka rahatsızlık ise “dikkat tembelliği” (attention inertia) diye tanımlanır. Beynin karmaşık verileri (complex information) çözme merkezleri atalet haline girer; muhakeme, doğru karar verme, sağduyu devreden çıkar. Yani izlediğimiz bir film veya program bize ters gelse de, muhakeme (hüküm verme) yeterince güçlü olmadığı için, irade devreye girmez, son adımı atıp düğmeye basıp kutuyu kapatamayız.

Yapılan araştırmalar televizyon izlerken EEG’de (elektroensefalogram, beyin biyoelektrik aktivitesinin ölçülmesi) alfa dalgalarının (saniyede 8-13 Hertz) arttığını göstermiştir. Alfa dalgaları beyin kortikal aktivitesinin, yani aktif düşüncenin durulduğuna işaret eder. Mesela, kendi kendimize düşüncelere daldığımızda, hayaller kurduğumuzda veya müzik dinlerken alfa dalgaları ağır basar. Öte yandan, beta dalgaları (12-30 Hertz) ise yoğun zihinsel aktivite ve kaygı durumlarında meydana çıkar. 1969’larda Herbert Krugman, kişi televizyon izlemeye başlayınca, 30 saniye içerisinde beyin dalgalarının beta aktivitesinden ağırlıklı olarak alfa aktivitesine geçtiğini ve (beyaz bir duvara bakıldığında olduğu gibi) rasyonel düşünceyi temsil eden sol beyin yerine sağ beynin devreye girdiğini müşahede eder. Bu sürece paralel giden bir başka olgu ise, endorfin (vücudun tabiî afyon benzeri alkaloidleri) salgısının artması, yani bir tür uyuşma haline geçiştir.

Başka araştırmacılar da, mesela T. Mulholland, M. Smith/A. Gevins de aynı sonuçlara varırlar. Yale Üniversitesi’nden Jerome Singer ise bir başka konuya dikkat çeker. Çocukluktan beri çok fazla televizyon izleyen insanlarda hayal edebilme kabiliyeti azalır, başkalarının hayalleriyle yaşanır, yaratıcılık dumura uğrar.

Yapılan son tahminlere göre, günde 3-4 saat televizyon izleyen bir insan, senede 20.000 reklam yayını, 12.000 şiddet sahnesi (film ve haberlerde) ve binlerce cinayet, tecavüz görür.

Bu durum seneler boyu artan dozlarda devam ederse insan artık kendiyle yalnız kalamaz. Beyin uyarılmak ister; bu tarzdaki ışık, ses vb. uyaranlara bağımlı hâle gelir; boşluğa dayanamaz. Yalnızlık, kaygı, öfke artar ve kişi patlamaya hazır bir bomba hâline dönüşür.
Dört ölümcül zaaf: Kaygı, öfke, narsisizm ve yalnızlık.

Sanallıkla temasın zaman içerisinde devasa boyutlardaki artışını anladık; gelin şimdi bir başka meseleye geçelim ve dört ölümcül nefsani zaafı tekrardan hatırlayalım: kaygı (havf), öfke, narsisizm ve yalnızlık. Bu çalışma boyunca defalarca sunduğumuz gibi tüm ciddi, uzunlamasına, zaman içerisinde karşılaştırmalı gerçekleştirilen alan taramaları bu dört parametrenin istatistiksel açıdan anlamlı, hem de çok anlamlı bir kötüleşme gösterdiğini ispat ediyor. Bu iki süreç arasında, yani sanallığın artması ve dört ölümcül zaaf arasında bir korelasyon olup olmadığını anlamak için ise uluslararası çalışmalara bakalım.

 

İNTERNET VE TAŞINABİLİR İLETİŞİM ARAÇLARI BAĞIMLILIĞI

Anlaşılan, son 50 senedir insan zihni istila hâlinde. Yenilik, modernizm, ilerleme vs. tanımları altında usulca ama nesilden nesile artan bir şekilde, Matrix’in sanal dünyasına hapsoluyoruz; hem de kendi rızamızla, güle oynaya… İnternet bağımlılığı da birçok araştırmanın gösterdiği gibi değişik açılardan insana zarar veren bir bağımlılık; ama alt gruplarının olması tanıyı güçleştiriyor.

Bu gruplara örnek verecek olursak:

  1. İnternet oyunları bağımlılığı
  2. Kumar bağımlılığı
  3. Pornografi bağımlılığı
  4. Müstehcen iletişim bağımlılığı (hat üzerinden flört vs.)
  5. Sosyal paylaşım ağları bağımlılığı (communication addiction disorder /facebook, twitter)
  6. Sinema filmleri izleme bağımlılığı
  7. Haber bağımlılığı
  8. İnternet üzerinden alışveriş bağımlılığı


İstatistiklere bakarsak, interneti ilk defa kullanan kişilerin %25’i, ilk 6 ay içerisinde internet bağımlılığı kriterlerine uyuyor.
Güney Kore’de 18 yaş altı gençlerin %30’u internet bağımlılığı riski altında. İngiltere’de öğrenciler arasında gerçekleştirilen bir başka araştırma, hastalık derecesinde internet kullanımını %18 oranlarında gösteriyor.

Patoloji göstergesi, bu çocukların akademik performans ve insan ilişkileri noktasında yaşadıkları problemler açısından değerlendirilmiştir. İş kaybı, boşanmalar, borçlanmalar ve akademik başarısızlıklar sosyal yan etkiler arasında sayılabilir.

İnternet bağımlılığı üzerine bir diğer ciddi araştırma, “İnternet ve Teknoloji Bağımlılığı Merkezi”nden Dr. David Greenfield’den gelir. Greenfield, Virtual Addiction (Sanal Bağımlılık) kitabının da yazarıdır. Yazar, bazı internet bağımlılıkları ile dissosiyasyon (hafıza, farkındalık ve kimlik duygusu kaybı veya geçici kesilmesi), zaman mefhumunda bozulma ve anlık haz arayışı (instant gratification) arasındaki ilişkiye dikkati çeker. İnternet bağımlılığının 2013’te yayımlanacak yeni DSM-V klasifikasyonuna girmesi gerektiğini savunan J. J. Block ise bu rahatsızlığın %86 oranlarında başka psikolojik rahatsızlıklara paralel gittiğini gösterir.

“Peki, bağımlılığın ölçüsü nedir?” diye sorarsak, K.S. Young’a göre haftada ortalama 38 saat ve üstüdür. Tabii ki bu sonuçlarda ciddi akademik çalışmalar için veya başka amaçlarla internete girme arasındaki fark da dikkate alınmalıdır.

Sinema, televizyon, internet derken geldik şimdi Matrix hezeyanının dördüncü aşamasına, yani taşınabilir tımarhaneye… Cep telefonları ve tablet bilgisayarlar hayatımızın her alanına girdi. Gençler telefonları ile yatıyorlar ve uyandıklarında ilk işleri bu cihaza bakmak oluyor. Ama sadece gençler değil, belirli yaşın üstünde olanlar bile olur olmadık yerlerde hakikatten kopup, dayanılmaz bir cazibe altında ekranın büyüsüne kapılıyorlar.

Grup terapilerimde, seminerlerde bile insanlar çaktırmamaya çalışarak mesajlaşıyorlar. Bunun ne kadar yersiz, hatta edep dışı bir davranış olduğunun farkında değiller.

TasukuIgarachi ve arkadaşlarının Japonya’da yapılan “Telefon Yoksa Hayat Yok” (No mobile, No life) adlı bir çalışması ile uluslararası alana bakalım.

Bu çalışmada mesajlaşma bağımlılığı farkındalığı (self-perception of text-message dependency) ile psikolojik davranışsal semptomlar arasındaki ilişki araştırılıyor.

Öncelikle, internet bağımlılığına yol açan bazı temayüllere (predispositions) dikkat çekiliyor: itki kontrol problemleri (impulse) ve sosyal anksiyete. Daha geniş bir çatı altında toplarsak; internet bağımlılığının üstünde insan ilişkileri açlığı var.

Fakat bu kişiler yüz yüze muhabbet yerine, hat üzerinden iletişimi tercih ediyorlar. Hatta mesajlaşma ağırlıklı ilişki kuranlar, kendi alt gruplarını teşkil ediyor ve diğerlerini dışlıyorlar (textmessaging ostracism).

 

Kendinden emin olmayan, obsesif yapıdakiler, dışlanmaktan çok çekiniyorlar ve mesaj yolladıktan sonra hemen cevap gelmezse kaygılanıyorlar; ne kadar çabuk ve çok cevap gelirse özgüvenleri o kadar artıyor.

Çalışma; dışadönüklük (extraversion), nörotizasyon, itkisellik ve bağımlılık arasındaki anlamlı ilişkiye işaret ederken, bazı daha kötü sonuçların da meydana çıkabileceğini gösteriyor.

Özellikle bazı ergenlerde cep telefonu bağımlılığı o dereceye gelmiş ki, uyku eksikliği yüzünden ağır krizler yaşayabiliyor, hatta intihara bile sürüklenebiliyorlar. 

Sanal Bağımlılığın Nöro-biyolojik ve Nöro-anatomik Nedenleri

Dopamin etkisi

Bazı düşünce, duygu ve davranışlardan hoşlanma, haz alma demek, beyin merkezindeki belirli merkezlerin “dopamin” ve benzeri hormonları (aslında nörotransmiterleri) salgılaması demektir. İnternet üzerinden bize ulaşan verilerin bu kadar çekiciliği varsa, beynimiz daha fazla “dopamin” salgılıyor mânâsına gelir. Fakat insan yapısı gereği, sadece faydalı alışkanlıklar değil; sigara, esrar, alkol gibi zararlı olanlar da aklı mantığı yenerek haz ve keyif verirler. İnternet üzerinden ardı ardına gelen veri ve enformasyon akışı da merakımız tatmin olduğu için bizlere “dopamin duşu” yaşatır; bu sebeple bağımlı oluruz.

İnsanın bu zaafını bilen A. Cooper ve R. Brown adlı nörobilimciler “Dopamine Labs” adlı bir şirket kurup dopamin salgılanmasını azami seviyeye çıkartacak bilgisayar programları yazıp Facebook'a ve App Store’a pazarlarlar.

Amaç, insan beynini tuzağa düşürüp (brain-hacking), yani aşırı ilgi çekip mümkün olduğunca fazla para kazanmaktır.

Eğer bir bağımlılık (alkol, esrar, nikotin vb.) mevcutsa haz ve ödüllendirme sistemi devreye giriyor demektir. Dopamin, noradrenalin ve endorfin ifrazatında, belki bugünkü teknolojik imkânlarla ölçmekte zorlandığımız bir değişiklik/ artış söz konusu.

Dopamin, isteği (wanting) tetiklerken; endorfinler haz hissettirir (hoşlanma).

Renk, ışık gibi görsel uyaranlar ve ses, tonalite farklılıkları, yani tabiî durumda olmayan bir duyusal yüklenme (sensory overload), tolerans oluşturur ve bağımlı kılar. Ayrıca bu uyaranların haber niteliği, yine normalüstü bir haberleşme ihtiyacına işaret eder.

Ve bu haber fazlası da bir çeşit haz uyandırır. Nöro-anatomik açıdan bakarsak, yukarıda temas ettiğimiz limbik sistemin bazı mahallelerinde, sokaklardan daha fazla dopamin ve endorfin akıyor demektir.

Not: İnsan sadece dopamin ve endorfin hazları tarafından yönetilmez; nefs-i emmâre’nin kimyası ile üst âlemin kimyasının birbirinden farklı olması gerekir. Yoksa bir insanın bir diğeri için hayatını fedâ edecek derecede fedâkârlık yapmasını izah edemezdik.

İnsan, laboratuvarda bulunan birkaç aminoasit formülünden ibaret değildir; sadece ceset de değildir.


Deney:

1950’lerde James Olds ve Peter Milner isimli psikologlar, deney farelerinin kafesine farelerin beyinlerine etki edecek şekilde konumlandırılmış elektrotlar vasıtasıyla doğrudan beyni uyaran bir kollu pres yerleştirdiler. Sonuçlar, davranışsal nöroloji tarihinin en dramatik deneyini ortaya koydu: Fareler beyinlerini uyarmak için kola 7000 defaya kadar basabiliyorlardı. Bu haz merkezinin ya da ödüllendirilme devresinin aktivasyonu her tür doğal uyarıcıdan daha kuvvetli sonuçlar doğuruyordu.

Daha sonra yapılan bir dizi deneyin gösterdiğine göre, fareler devre uyarımını (aç olduklarında dahi) yiyeceğe ve (susamış olduklarında dahi) suya tercih ediyorlardı. Kendi kendilerini uyaran erkek fareler, çiftleşmek isteyen bir dişi fareyi görmezden geliyor ve ayaklarına elektrik şoku veren zemin ızgaraları üzerinden tekrar tekrar geçebiliyorlardı. Dişi fareler emzirdikleri yeni doğmuş yavrularını, kola basmak için terk ediyorlardı. Bazı fareler 24 saat boyunca diğer her türlü aktiviteyi bir kenara bırakarak saatte 2000 defaya kadar kendi kendilerini uyarabiliyorlardı. Açlıktan ölmemeleri için, sımsıkı asıldıkları uyarıcı aparattan sökülüp alınmaları gerekiyordu. Tüm dünyaları o kola basmak olmuştu.

Elektrotların bağlandığı noktaları sistematik olarak değiştirerek beyindeki ödüllendirme devrelerinin haritasını çıkarmak amacıyla daha başka çalışmalar da yapıldı. Bu deneyler beynin neokorteks denilen dış (ve üst) yüzeyinin uyarılmasının, ödüllendirme etkisi yapmadığını ortaya koydu -fareler kola basarak şanslarını denemeye devam ediyorlardı. Öte yandan, beynin derinliklerinde ödüllendirme ile ilgili sadece belirli bir bölge söz konusu değildi. Bunun yerine, merkezden geçen bir hat etrafında konumlanmış birbiriyle bağlantılı bir grup yapı, ödüllendirme devresini oluşturuyordu.

Yukarıda sizlere sunduğumuz araştırmalardan özet olarak şu sonuçlara varıyoruz:

  1. Hem madde bağımlılığında (alkol, esrar vb.) hem de davranış bağımlılığında (kumar, şans oyunları vb.) benzeri bir durumla karşı karşıyayız.
  2. Beyin nöro-kimyasında belirgin bir değişim söz konusu (dopamin, endorfin vb.)
  3. Beynin elektro-fizyolojik aktivitesini gösteren EEG ölçümlerinde, normal duruma göre belirgin bir farklılık söz konusu (normal uyanıklık hâli “beta” aktivitesinden, “alfa-teta” aktivitelerine geçiş).
  4. Bu değişikliklerin bir çeşit hipnoz durumu olduğunu çağrıştıran veriler var, ama daha derinliğine araştırmalar yapmak gerekiyor.
Kendini kandırma veya İnkâr direnci

Matrix’e girmenin nörobiyolojik sebebini anladık ama bu sefer şöyle bir soru çıkar karşımıza: “Orada olduğumuzun niye farkında değiliz?” Farkında değiliz; çünkü burada insanın en ilginç zaaflarından birisi devreye girer: kendi kendini kandırma veya inkâr (İng. denial) direnci. Bakın artık akıl, tecrübe, ilim, her şey biter. Sigara bağımlısı bir tıp doktoru, hatta göğüs hastalıkları dalında öğretim görevlisi bir profesörü düşünün; içtiği sigara paketinin üstünde “sigara öldürür” yazmasına rağmen, fosur fosur içmeye devam eder. İşte bu inkâr durumu, Matrix Sendromu’nda çok daha güçlü görünüyor ve işimizi zorlaştırıyor.

Sosyo-kültürel ve Neo-psikanalitik Açılardan Postmodern İnsan

 

Eric Fromm’un takipçisi Rainer Funk’un, Ben ve Biz adlı kitabında öne sürdüğü fikirleri kısaca özetleyelim:

• R. Funk’un çıkış noktası, Erich Fromm’un “sosyal karakteri”dir (pazar ekonomisi karakteri/marketing character); fakat Funk daha ileri gider ve bu karakterin zamanımızdaki değişimini analiz eder.

  1. İhtiyaçlar üzerine kurulmuş pazar ekonomisi, fabrikasyon üretimin devreye girmesi ile ürün odaklı hâle geldi. Yani aşırı miktarda üretilen herhangi bir ürüne gerçekte ihtiyaç olmadığı durumlarda, ürünün gerçek veya gerçekdışı “yan özellikleri”nin ortaya çıkarılarak satılması gerekiyordu. Mesela, Marlboro içenler kovboylar gibi özgür; Dom Perignon şampanyası tüketenler snob ve asil; kahvaltıda Nutella yiyen aileler uyum ve mutluluk içinde; Visa card kullananlarsa kendilerini zengin hissetmeliydiler.
    Zaman içerisinde ürünlere insani özellikler de verilmeye başlandı (konuşan arabalar, hayvancık gibi konuşan nesneler vb.). Böylece Fromm’un “pazarlama ekonomisi karakteri/ marketing character” tiplemesinden, “hayalî ürün odaklı” karaktere geçildi. İnsanlar; son derece ustaca hazırlanmış, gerçeğinden bile cazip, hatta “gerçek” gelen bir dünya ile temas ettikçe ürünlere sahip olmak yerine gittikçe ürünler onlara sahip olmaya başladı. 
  2. R. Funk, rüyanın daha da derinleşmesini “postmodern insan” diye tanımlar. Artık gerçek dünyadan neredeyse tamamen kopan, Matrix içinde hapis kaldığının farkındalığını bile yitiren bu insan, kendini “özgür, spontane, bağımsız, sınırsız” olarak tanımlar. Funk’a göre bu yeni sosyal karakterin bir aktif, yani üreten, sunan; bir de pasif, yani tüketen varyasyonu vardır. Fakat bu iki alt grubun müşterek menfi özelliği, hakiki ilişkiler kurma ve muhabbet gösterme kabiliyetlerinin kısıtlanmış, dumura uğramış olmasıdır. Bu küntleşme ve “paslanma”, Funk’a göre narsisizm veya otizm kaynaklı değil, maymun iştahlılıktan ileri gelir. Sürekli “değişim” arayan insan, “olay açlığı” çeker. Pazar ekonomisi tarafından menfaatperest nedenlerle, “kendini yenileme, kendi ‘gerçeğini’ sahneye koyma” gibi kavramlar üzerine programlanmıştır. Bir insanla derin ilişkiler yaşamak yerine, birçok insanla teğet ilişkiler kurmaya yönelir. Tek önemli olan, ne söylenirse söylensin, anlamsız ve yüzeysel de olsa bir tür bağlantı (connection, “I am connected to the net”) içinde kalmaktır. Yani insan da artık bir tüketim malzemesi hâline gelir.
  3. Funk bu postmodern kişilik yapısını (hem aktif hem de pasif olanı), üretemeyen yönelim (non productive orientation) diye tanımlar. Çünkü bu insan kendine ait olmayan, kendi özünden kaynaklanmayan güç ve yetkilerle hayatını şekillendirir. Matrix’in bu maddi dünyasına hapsolmak; sevgi, muhabbet, güven, merhamet, hassasiyet, letâfet gibi ince duygularımızı körleştirdiği için, postmodern insan kendini derin bir boşlukta hisseder, ölesiye sıkılır ve kendine yabancılaşır. Bu dramatik kendine yabancılaşmanın nedeni Funk’a göre, insanın kendi derûnunda taşıdığı yüksek kabiliyetleri, kendi yarattığı dünya ve durumlar üzerine yansıtarak aramasıdır. Yani kendini keşfetmeden, dünya üzerine hâkimiyet kurmak ister; etkinliğine âşıktır. Aslî kabiliyetler (lâtif hâller) yerine; “üretilmiş”, fabrikadan çıkmış, sözde, suni “kabiliyetler” (artificial competences) devreye girer.
  4. Yapma ve sanal dünyalarda insanların ilgisini çeken iki önemli tesir bulunmaktadır. Biri, duyuların aşırı uyarılması yoluyla duyusal ve heyecan veren algının yoğunlaştırılması; diğeri de interaktif biçimlendirme imkânları sayesinde kişilerin deneyimin bir parçası hâline gelmeleridir.

 

Gelin şimdi çok başka bir açıdan bakalım ve sanallığın bir başka tuzağına dikkat çekelim. Avrupa guguk kuşları üzerine yapılan bir deneyde, araştırmacılar, kuşların yuvadaki bazı yumurtalarını kaldırıp yerine daha büyük ve daha parlak yumurtalar koyarlar. Ve şaşırtıcı bir şekilde kuşlar kendi yumurtalarını bırakıp bu yapay olanlar üzerinde kuluçkaya yatarlar. Luuk ve Niko Tinbergen kardeşler başka kuşlar üzerinde de bu deneyi tekrarladıktan sonra, bu fenomeni normalüstü uyaran tesiri (supernormal stimuli) diye tanımlarlar.

Deirdre Barrett, Supernormal Stimuli başlıklı kitabında konuyu daha da mufassal bir şekilde ele alır ve postmodern insanın birçok davranışını bu zaviyeden inceler.

Aşağıda sizlere bir dizi normalüstü uyaran ve davranış sıralıyorum; okuyunca siz de hayret edeceksiniz.

  1. Moda; hep daha çarpıcı, daha renkli ve daha tahrik edici.
  2. Gıda endüstrisi; tabiî şeker (fruktoz) yerine fabrika şekeri (glikoz daha tatlı gelir ama vücut tarafından daha çabuk yakıldığı, metabolize olduğu için bağımlılık yapar).
  3. Yine gıda endüstrisi çerçevesinde suni tatlandırıcılar ve boyalar.
  4. Tarım alanında kullanılan hormonlar, genetik manipülasyon. Artık neredeyse, ekolojik şartlarda yetiştirilenler dışında normal meyve kalmadı; hep daha büyük, daha renkli vs. hâlinde üretiliyor.
  5. Tabiî hâlinden çıkarılmış, rafine edilmiş yiyecekler; kepeğinden arınmış beyaz ekmek, rafine edilmiş sıvı yağlar, pirinç vs.
  6. Fast food endüstrisi, Big Mac kültürü.
  7. Normal meşru cinsellik yerine erotizm, pornografi vs.
  8. Estetik ameliyatlar, büyütülen göğüsler, dudaklar vs.
  9. Kozmetik endüstrisi -sarışınsan güzelsin- uzun kirpikler, tırnaklar vs.
  10. Aşırı yüksek, sağlığa zararlı topuklu ayakkabılar.
  11. Felaket filmleri, korku filmleri, olağandışı canavarlar; King Kong, Drakula, süper güçlü insanlar, mutanlar, avatarlar vs.
  12. Ölümsüz, sonsuz devamlılık arayışı ve bu temada tekrarlayan Hollywood filmleri (mesela Star Wars), Şehrazad Sendromu (masal biterse hayat da biter).
  13. Güzellik yarışmaları; en güzeli, en “bilmem nesi” vs.
  14. Beden geliştirme ve anabolizan hormon endüstrisi.
  15. Tehlikeye meydan okuma; bungie jumping, serbest stil dağ tırmanışı, sky-diving, süratli araba ve motosiklet sürme tutkusu vs.
  16. Aşırı gürültü arayışı; diskotekler, araba içi müzik vs.
  17. Oyuncak endüstrisi; Barbie bebek tutkusu ve büyüyünce, onun gibi olma hezeyanı (ölesiye rejimler, anoreksiya nervosa).
  18. Ve her yerde, her zaman, her yere, her habere, her bilgiye işitsel ve görsel olarak ulaşabilme iddiası.

Bakın guguk kuşları bizi nerelere getirdi! Nefs-i emmâre yapısının en ironik yönü; hayatta kalıyorum derken, kendine, gem vuramadığı arzuları nedeniyle zarar vermesi. Balığın, gerçeğinden daha renkli ve büyük görünen çapari yeme gelmesi gibi, tekâmülü duraklamış insan da yemleneceğim derken yem oluyor.

İnternet Nesli Hakkında Bazı Değerlendirmeler ve Meta-analiz Sonuçları

Bu bölüm, Mustafa Merter'in, J. Twenge'nin i-Nesli adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabına yazdığı önsözdeki bilgilerle oluşturulmuştur. Meta-analiz sonuçları, i-Nesli kitabından edinilmiştir.
``Gerek istatistiksel gerekse deneysel veriler, sosyal medya ve elektronik aygıt kullanımı ile yalnızlık, mutsuzluk, depresyon ve intihar riskinin artması arasında ilişki olduğunu gösteriyor.``

Dr. Jean Twenge /Psikoloji Profesörü, i-Nesli kitabının yazarı

İnternet Nesli Kimdir?

``İnternet nesli`` yani 1995'ten sonra doğanlar, daha önceki nesillerde hiç görülmemiş oranlarda bir değişiklik yaşıyor: davranışları, boş zamanı değerlendirme biçimleri, dînî ve mânevî yönelimleri, cinsellikleri, sosyal ve politik faaliyetlere katılımları önceki nesillere göre tamamen farklı. En önemlisi; bu nesil, son senelerin en vahim psikolojik krizi ile karşı karşıya. 2011-2012 yılından itibaren (ABD'de cep telefonunun yaygınlaşmaya başladığı tarih) kaygı, depresyon ve intihar oranları ciddi derecede artmış durumda. Bir önceki nesil (``Ben nesli``) ile bu neslin arasındaki en önemli fark, öz-değerlilik duygusu. Depresyon, kronik kaygı gibi ağır patolojilerin bir giriş kapısı olan öz-değersizlik duygusu, 14-16-18 yaş grubundaki ergenlerde 2012 yılından itibaren görülmeye başlıyor.

Bu neslin mensuplarının genç olgunlaştıklarını ve ebeveynlerine daha uzun müddet bağımlı kaldıklarını anlıyoruz.
Muhakeme, karar alma ve uygulama fonksiyonlarını kontrol eden beynin ön kısmının işlevinin bu gençlerde yaşlarına göre yetersiz olduğu gözlemleniyor.

``Bu çocuklar o kadar mı tükendiler de, artık kendilerini sevmeye bile enerjileri yok?``

Arkadaşlarıyla daha az, akıllı telefonlarıyla daha çok zaman geçiren ergenlerin yaşamdan aldıkları doyum, sarsıcı bir hızla düştü.
2012 yılından itibaren 14-16-18 yaş grubundaki ergenlerde ani bir acziyet (çaresizlik) ve faydasızlık duygusu beliriyor. Ve bu öz-değersizlik duygusu depresyon, kronik kaygı gibi daha ağır patolojilerin sadece giriş kapısı.
2012 ve 2013 yıllarında i-Nesli'nin lise sona geçen ilk üyeleriyle birlikte memnuniyet düzeyinde âni bir düşüş görüldü ve 2015 yılında bu oran tüm zamanların en düşük düzeyine indi.

``Ortalama bir ergen, cep telefonunu günde en az seksen kez kontrol ediyor.``

Sosyal medya siteleri ergenlik çağındakilerin yarısının günlük etkinliğiyken 7 yıl içerisinde tamamının günlük etkinliği hâline gelmiş.
12. sınıfa giden kız öğrencilerin yalnızca %2'si sosyal medya sitelerini ``hiç`` kullanmadığını söylüyor. Yani, 12. sınıf öğrencilerinin %97'si ve 12. sınıfa giden kız öğrencilerinin %98'i sosyal medya sitelerini en azından bazen kullanıyor.
Genç erkek ergenlerin %25’i günde 3 saat civarında video oyunları oynarken, %10 oranında, bu zaman günde asgari 6 saati buluyor.

``Yanyana değil, sanal.``

16-18 yaş grubunun en göze çarpan özelliklerinden biri, bu gençlerin birbirleriyle çok daha az buluşmaları ve sosyal faaliyetlere daha az katılmaları.
Diğer ilginç özellikleri, ``Güvenli alan`` (safe space) arayışları: Özellikle duygusal kırılganlık yaşamak istemedikleri için daha az münakaşa, kavga ediyorlar ve polisiye olaylara karışmıyorlar.
Bir diğer özellikleriyse gerçek durumlarıyla yüzleşmeye hiç hazır olmamaları; eleştiri kabul etmiyorlar, hatta eleştiri geldiğinde paniğe kapılıyorlar.
Zaten kaygılı olan ebeveynler tarafından yetiştirildikleri için olumlu mânâda risk almayı da tercih etmiyorlar; merhamet yaşasalar bile, pasiflikleri sebebiyle yardım faaliyetlerinde uygulamaya geçemiyorlar.
Kendini yalnız hisseden 8. ve 10. sınıf öğrencilerinin oranı 2015 yılında, 2011 yılına göre sarsıcı bir şekilde %31, 12. sınıf öğrencilerinde %22 arttı.
Üç yaş grubunda da dışlanmışlık hissi tüm zamanların en yüksek düzeyine ulaşmış durumda. (Dışlanmışlık hissetme eğilimi hem erkek hem kız çocuklarda görülse de özellikle kızlarda keskin bir artış var.)

Ekranla temas arttıkça psikolojik rahatsızlık riski de artıyor.

2012 yılından itibaren bir depresyon patlaması yaşanıyor ve özellikle kızlarda inanılması zor oranlarda bir kötüleşme görülüyor. Twenge “bu süreç artık ‘dalga’ değil, olsa olsa ‘tsunami’dir” diyor.
Günde 3 saat veya üstünde ekran zamanıyla birlikte %28 oranında daha fazla uyku rahatsızlıkları müşahede ediliyor. Ve tabiî ki kronik uykusuzluk; psikosomatik hastalıkları, depresyon ve intihar riskini artıran bir durum.

Nefs Psikolojisi'ne Göre Sanal Bağımlılık

Buraya kadar hangi insanın bağımlılık açısından analizini yapmaya çalıştık? Dikkatinizi çekerim, yazılan binlerce sayfa kitap, makale, anketler, deneyler, hep nefs-i emmâre mertebesine yönelik. Çünkü Batı psikolojisi ve psikiyatrisi bu mertebenin üstünü bilmez; yadsır, inkâr eder. Evet, belki A. Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisi ve kâmil insanlar üzerine orijinal görüşleri ile bir istisna teşkil eder; eder, ama o da materyalist paradigmanın içerisinde egzotik bir kuş gibidir. Daha derinliğine araştırılmadığı ve nefs yapısı bilinmediği için kimse Maslow’un ne dediğini tam anlamaz. Mesela, tüm bu haz arayışları çerçevesinde mânevi haz ve diğerkâmlığın, fedakârlığın insana yaşattığı hâller de kaynayıp gider; gider, çünkü “hâl” de bilinmez.

Eğer tarafsız bir değerlendirme yaparsak gerek iş, gerek bilim, gerek iletişim, haber, eğlence vs. dünyalarında internet ve görsel teknolojinin sunduğu avantajlar inkâr edilemez; fakat bütün mesele bunun makul, zararsız ölçüsünün ne olduğudur. Bu soruya Virtual Addiction /Sanal Bağımlılık kitabının yazarı David N. Greenfield’in cevabı, “Genel mânâda sağlıklı olmak; insanın, mânevi yönlerini de ihmal etmeden, tümcelliğini yaşamasıdır” şeklinde geliyor. “Hastalık” (İng. dis-ease) bu mânâda bu tümcelliğin, iç ahengin bozulması; bağımlılık da bunun göstergesidir. Yazar bu dengenin ne dereceye kadar bozulabileceğini göstermek için, Sandra Hacker’in hikâyesini misal veriyor. Bu hanım çocuklarını pislik ve sefalet içinde bırakırken, kendisi özel internet mabedinde, bakımlı odasında, günlerini internet başında geçirdiği için şikâyet edilmiş biri. Yani öyle bir güçlü bağımlılık fenomeni ile karşı karşıyayız ki, insanın en asil annelik duyguları bile dumura uğrayabiliyor. “Peki, ne oldu da bu kadın ve benzeri insanlar böyle bir temayüle girdiler?” sorusuna Greenfield, “Sıkılıyorlar” cevabını veriyor. Bu sıkıntının Nefs Psikolojisi’ne göre tanımı, “kabz” hâli, yani “bast” hâlinin zıt kutbudur.

Bir başka deyişle, insanlar temel bir varoluş sıkıntısı (basic existential boredom) yaşıyorlar; ölesiye sıkılan bir medeniyet ile karşı karşıyayız.


Aynı yazara göre, birçok kendini mahvetme (self destructive) davranışının temelinde bu sıkıntı yatıyor. Öyleyse sanallığa yönelik motivasyon da, başlangıcında bir kurtuluş arayışı.

Ayrıca bu toplumun acıya tahammülü ve sabrı da yok; insanlar iç âlemleri ile temas etmek istemiyorlar.
Greenfield, “Bizim toplumumuzda nefs sağlığı profesyonelleri de (yani psikolog ve psikiyatrlar da) dâhil, herkes bu devasa problemi yadsıyor” diyor. Yani hiçkimse “ashâb-ı Matrix” olduğunu kabullenmek istemiyor.

 

Sanallığın bir başka menfi hususiyeti ise, gerçek zamanla temasın (real-time contact) bozulması. Bilgisayar veya televizyon başına geçip siber-aşk başladıktan sonra, zaman mefhumu değişiyor; zaman hızlanıyor, uçup gidiyor.

Peki, Nefs Psikolojisi'ne göre bu süreç ne ifade eder? “An kapısı”ndan uzaklaşırız; üst âlemimizle irtibat kesilir; “işaretleri” artık alamayız; yayın (fuyûzât-ı Rabbânî) kesilir.

 

Bu “zamansızlığın” psikolojideki tanımı ise, “dissosiyasyon”dur, yani egonun tümcelliği bozulur; gerçeklik ile temas buğulanır. Nefs Psikolojisi’ne göre, tümcelliğin kaybı sadece ego ile sınırlı değildir; üst bilinçdışı (âlem-i misal) ile de irtibatın kesilmesidir.

Kapının önüne kadar gelip, öteye geçememenin bir diğer sebebi ise sanal âlemin insanda harekete geçirdiği “sınırları aşma” durumudur. İngilizce “disinhibition” tabirini böyle tercüme ettim; “kısıtlanmamışlık” da diyebiliriz. Yani internette ve genel mânâda sanallıkla temasta, ar perdesi yıkılabilir; edep, ahlak, utanç, hicap kalkar.

İlâhî, fıtrî, evrensel kuralların ihlâli bizleri, bulunduğumuz nefs katının merkezinden, sıratü’l müstakîm’den uzaklaştırır. Gittikçe kararan bir âleme dalar; merkezde yaşadığımız umudu, güveni, sürûru yitirir, ölesiye sıkılırız ve sıkıldıkça dozajı artırırız.

 Özet olarak Nefs Psikolojisi’ne göre sanal bağımlılığın zararlarını sıralayalım:

  1. İnsanın üst boyutları ile teması temsil eden kalp kapısı tıkanır, gönül alanına geçemeyiz, “Can”ımızdan koparız.
  2. Bu tıkanıklık, lâtif duyular, duygular ve hâlleri yaşamamızı engeller. Merhamet, basiret, feraset, sürûr, itminan, reca’ gibi varoluşumuz için olmazsa olmaz önem taşıyan derin insani değerler körleşir.
  3. İnsan ilişkileri var gibi görünürken, gittikçe yüzeyselleşir. Aşk ucuzlar; anonimite arttıkça, ilişkinin esas boyutu, “Can”ların teması, muhabbeti azalır. Sanal ilişkinin aksine, gerçek, “Can”lı ilişkide insan sadece ışığın fiziki yapı taşlarını, fotonları algılamaz; nûru da algılar. Nûrsuz ilişki ölü ilişkidir, hayatın gölgeli hâlidir. Bu mânâda sanal ilişki bırakın yakınlaşmayı, birikim yaptığında, bizleri birbirimizden daha da uzaklaştırır, nûr açlığı oluşturur. Bu açlık sebebiyle evde gül gibi karısı, kocası, çocukları yanı başındayken, insanlar divane bir Mecnun gibi, sanal Leyla’yı ararlar (ABD’de internet bağımlıları %31 oranında evlilik dışı ilişki yaşarlar).
  4. Gerçek hürriyetin, bulunduğumuz nefs katından daha üst bir kata tekâmül etmek olduğunu hatırlarsak sanallık, sınırların aşılması ile ışık hızında bir genişleme yaşanıyor yanılgısına sebep olur. Evet, dünyanın ve evrenin bütün sırları, Google Baba’nın sihirli kutusunda gizli gibi görünür ve buraya ulaşım büyük bir güçlülük duygusu verir. Fakat insan bilmez ki, gönüle ulaşmayan bilgi fazlası, sadece akla depolandıkça kulak, burun ve ağız deliklerinden taşıp gider. “Baş” büyür, şişer, artık neredeyse taşınamaz hâle gelir ve kalp kapısı daraldıkça daralır.
  5. Sanal medyanın gayri-ahlâkî içerikleri hırs, şehvet, gurur, kibir, ucûb, öfke, nefret, kaygı ve benzeri duyguları tetiklediği için alt bilinçdışı kompleks ve gölgeleri daha aktif hâle gelir. Bu aktivite davranışa dönüştüğünde, aşağılara doğru düşüş de başlar. Gıybet, iftira, suizan izlendiğinde -aslında dışarıya yansıttığımız, kendi kusur ve rezilliğimiz olduğu için (yansıtmalı özdeşim)- öz eleştiri kabiliyetimizi kaybeder ve ucûb (kendini beğenme) hâline geçeriz. Nefs-i levvâme katının ibret, aklıselim, vicdan görüşü gittikçe azalır, muhakeme kabiliyetini yitiririz. Ayıpların, kusurların teşhir edilmesi, insanlar arasındaki bilinenin ötesinde derin bağlar nedeniyle hem o sergilenen kişiye zarar verir (sanki canlı canlı onun etini yemiş gibi oluruz) hem de bize.
  6. Neticede 4 ilişki kategorimiz dumura uğrar; insanlara yakınmışız gibi görünürken yabancılaşma artar. Tabiat ve dünya ilişkisinde eşyanın hakikatinden koparız; “âyet”leri (ilâhî işaretler) artık göremeyiz, hissedemeyiz. Kendi kendimizden, özellikle de “Can”ımızdan uzaklaşırız. Ama en belirgin ve üzücü olanı, kendini aşma, transendenz kabiliyetimizi yitirir, Matrix’in sanal âlemine hapsolur ve sahte hâllerle (false states) kendimizi avuturuz. Aşkın (müteal) bir Tanrı kavramı, O’ndan gelen işaretleri artık alamadığımız için, gittikçe silinir. Bu durumda ya alternatif idol arayışı başlar ya da bir iman sahibiysek artık ibadetlerimizden aynı hazzı alamaz duruma geliriz. Namaz boş bir ritüel hâline dönüşebilir, “yıldızlar kapısı” artık geçit vermez.
  7. Ve bu boşluğu, hiç vakit kaybetmeden, “mutlak etkinliğin” (absolute efficency) sözde sahibi, Abraxas efendi doldurur…

Matrix'ten Nasıl Çıkılır?

Bu bölüm, Nefs Psikolojisi kitabından ve Mustafa Merter'in, J. Twenge'nin Türkçe'ye ``i-Nesli`` adıyla çevrilen kitabına yazdığı önsözden alınan değerlendirmelerle oluşturulmuştur.
Bu durumun küresel boyutlarda bir hastalık/sendrom olduğu farkındalığının artırılması ve tanımının yapılması.
“Kişisel ekran zamanı”nı belirleyecek test ve tekniklerin geliştirilmesi. Göz temasını okuyarak cep telefonu, bilgisayar ve TV izleme zamanlarının ve içeriğinin beraberce analiz edilmesi. Belirli bir süre aşıldığında kişinin, sistem tarafından uyarılması.

Interconnected Screen Time Measurement System

Evvel emirde Matrix içine gittikçe hapsolduğumuz şuurunun gelişmesi gerekir. Bunun en kestirme yolu ise, günlük sanallık temas süresinin belirlenmesidir. Bir haftalık bir gözlem yaparak, günde kaç saat televizyon, internet, sinema ve cep telefonu teması yaşandığı ölçülür. Yadsıma/inkâr had safhadaysa, kişinin bir yakını yardımcı olabilir (tabii ki o yardımcının kendisi de Matrix sakini değilse!). İnkâr özellikle uygunsuz sitelere girme bağımlılığında görülür, çünkü utanç söz konusudur. Bu ölçüm için iki testten faydalanabiliriz. İnterneti Kötüye Kullanma Testi (Internet Abuse Test, IAT) ve Sanal Bağımlılık Testi (Virtual Addiction Test, VAT). Sanallıkla temas (hem bedensel hem de zihinsel açılardan) kişiye, yakınlarına, kişinin sosyal ve iş hayatına ne kadar zarar veriyorsa, müdahale o kadar elzemdir. Mesela gece geç saatlere kadar temas varsa, kişi kronik uykusuzluk yaşar ve depresyona bile girebilir. Bu sanal hayat oranı belirlendikten sonra, bir uzmandan yardım almak yerinde olur (eğer uzman da Matrix’çi değilse!). Terapi, bir yandan içgörümü artırırken, yani bu davranışın sorun olduğu şuurunu geliştirirken, bir yanda da mesela davranışcı bir yaklaşımla, “gerçek zaman” teması (real time living) teşvik edilir. Gerçek zaman, basitce ifade edersek, teknoloji dışı hayattır. Fakat bu hayatın da haz vermesi gerekir, hatta sanallığa göre daha fazla haz vermesi elzemdir, ki kişi seçimini bu yönde yapsın.

Bütün medya iletişim araçlarını en yüksek düzeyde kullanarak Matrix hapishanesinde var olma şuurunun uyandırılması. Gazete ve internet ilanları, duvar panoları, film ve tiyatro senaryoları ile; belediye, STK organları yardımıyla halkın bilgilendirilmesi.

Özellikle gençlerde Matrix’ten kurtulup, “Neo” olma hâlinin özendirilmesi. Yani “ben kurtuldum, siz de kurtulabilirsiniz” mesajının yaygınlaştırılması.

ABD örneğinde olduğu gibi, sadece bugünün analizi değil, geleceğe yönelik tahminlerin yapıldığı “Monitoring the Future” benzeri bir kuruluşun devreye sokulması. Burada en azından program yerine oturana kadar dış danışmanlık desteği alınması.
Bütün eğitim sisteminin yeniden yapılanması ve “Matrix” ile bağlantının asgari seviyeye indirilmesi. Mesela, okullara yayın bozucu (jammer) konulması, en duyarlı kesimdeki ergenlerin yatılı okullarda korunma altına alınması gibi.
Matrix Sendromu’nun “Nefs Psikolojisi” açısından yorumunun yapılması ve zararlarının açıklanması. Sanal temasın tıpkı alkol gibi, insanın aklını ve daha da önemlisi kalbini örttüğü gerçeğinin anlaşılması.
Farklı bilim dallarından uzmanların katılımı ile her sene bir durum tespiti ve önlemler şurasının gerçekleştirilmesi. Katılımcılardan kendi rızaları ile kendi “ekran zamanları”nı bilmelerinin istenmesi.

Çünkü yukarıda izah ettiğimiz gibi Matrix’de o kadar zaman geçiriyorsak çözüm üretmek yerine problemi yadsıyan, küçümseyen bahaneler üretiriz.

Ülke çapında, ergenlerden başlayarak depresyon, kaygı, öfke, bağımlılık gibi belirtilerin, alan taramaları ile ölçülmesi. Sosyometrik davranış eğilimlerinin belirlenmesi ve elde edilen verilerin bir veri bankasında toplanarak meta analizlerinin yapılması.

 

Özellikle ergenler için tavsiyelerim:

  1. Sistematik spor uygulamaları. Grup hâlinde veya ferdî olarak yapılan spor faaliyetleri.
    Futbol, voleybol, basketbolun yanı sıra yüzme, dalma, yelken, rüzgâr sörfü, uzun mesafe koşuları (jogging), tabiat ve dağ yürüyüşleri (trekking), kayak, tırmanma gibi sportif tatbikatlar, sadece bedeni rahatlatmaz, merkezî sinir sisteminde endorfin artışı nedeniyle de psikolojik bir ferahlık da getirir. İdeal olan bu faaliyetlerin, ebeveynler tarafından, çocuk veya ergenle beraber yapılmasıdır. İlişki açlığı da tatmin olur.
  2. Sanat faaliyetleri, mesela mûsikî; değişik enstrümanların icra edilmesi. Hat, ebru, resim dersleri. Mesela, akşamları televizyon seyretmek yerine, ailece mûsikî icra edilmesi, olağanüstü bir bağ oluşturabilir.
  3. Hayvan sevgisinin teşvik edilmesi, mesela binicilik, atlı sporlar. İnsan ve at arasında inanması zor bir müspet ilişki zuhur edebilir. Bâhusus yurtdışı tecrübelerimden, ergenlik krizi yaşayan genç kızların bu yöntemle fark edilir bir oranda düzeldiklerini gördüm.
  4. Yurtiçi veya yurtdışı kültür seyahatleri.
  5. Ailece edâ edilen umre veya hac farizaları.
  6. Yine ailece beraberce yapılan hafta sonu hayır ziyaretleri. Bütün bu tatbikatların, hastalık daha yerleşmeden, çok erken yaşlardan itibaren gerçekleşmesi ve ailece eda edilmesi çok önemli.

Evet, ferdî olarak bunlar yapılabilir ama kanaatimce böyle devasa bir problemle baş edebilmek için sivil toplum kuruluşları ve resmî kurumlara da büyük görev düşüyor.

Sivil toplum kuruluşlarının ve resmî kurumların bu hususta yapabilecekleri:

  1. Televizyon reklamları, duvar panoları ve yazılı basın yoluyla kamu duyarlılığının harekete geçirilmesi.
  2. Okullarda psikolojik danışmanların, yukarıda bahsettiğimiz testler vasıtasıyla durumu belirlemesi.
  3. Üniversitelerde bu mevzu üzerine daha geniş muhtevalı araştırmalar yapılması.
  4. Ulusal bir “sanallıkla mücadele politikası”nın belirlenmesi. Bu çalışma özellikle Matrix hayatının millî ekonomiye verdiği zarar açısından da önemli. İş kayıpları, psiko-somatik hastalıklar, şiddet patlamaları, polisiye olaylar ve hukuk sisteminin aşırı yüklenmesi, eğer hesabı yapılırsa, bizleri çok şaşırtıcı rakamlarla karşılaştırabilir.
İnsanları Matrix’e sokmanın aslında sosyopolitik bir proje olduğu varsayımından hareketle, bir “Matrix Araştırma Enstitüsü” kurulması ve karşı tedbirler üzerine ciddi çabalar gösterilmesi (mesela millî arama motoru, filtre sistemleri gibi).
Mustafa Merter'in, J. Twenge'nin Türkçe'ye ``i-Nesli`` adıyla çevrilen kitabına yazdığı önsözün PDF versiyonuna şuradan ulaşabilirsiniz: