Gece onunla yatıyorum.
Sabah onunla kalkıyorum.
Gün içinde defalarca kontrol ediyorum.
Sanal bir dünya: Matrix
Matrix Sendromu
Matrix, Hollywood yapımı bir film dizisinin adıdır. 1999 yılında ilk bölümü, 2003 yılında da ikinci ve üçüncü bölümleri yayınlanmıştır. Filmin konusu, insan ruh ve bedeninin birbirlerinden ayrılıp; beden, bir makinada canlı tutulurken rûhun bir bilgisayar programına yüklenmesidir. Filmin kahramanı Neo, Morfeus adlı bir bilgenin yardımıyla, tutsak insanları kurtarmaya, gerçekle buluşturmaya çalışır.
“Ekran bağımlılığı” kavramı, akıllı telefonları (veya diğer teknolojik cihazları) kullanım oranının ciddi bir boyuta (eksikliğinde yoksunluk belirtilerinin görülmesi derecesine) ulaşmış olduğunu ifade ederken; “Matrix sendromu”, özellikle akıllı telefonlarla düzenli temas halinde olan herkesi tesiri altına alan ve belli riskler taşıyan bir tehlikeye işaret ediyor.
Yıldızlar Geçidi: Kalb
Sizi bu bölümde, özellikle evham ve depresyon gibi psikolojik rahatsızlıkların esas kaynağının ne olduğunu ve her anlamda sıhhatli bir yaşamın ancak nasıl mümkün olabileceğini Nefs Psikolojisi açısından görmeye davet ediyoruz. Kalbi anladıktan sonra Matrix Sendromu'nu daha iyi anlayacağız. Şimdi, ``beyin`` merkezli Psikoloji'den, ``kalb`` merkezli Psikoloji'ye geçiş için hazır olun!
Kalb geçidi, nefs yapısında, nefs-i emmârenin üst taraflarında nefs-i mülhime / nefs-i mutmainne katmanlarına yayılmış “sadr” alanında bulunur ve insanın alt âlemi ile üst âlemi arasında bir geçiş gibidir. Bu mânevi geçidin fonksiyonları şöyledir:
-
1.
Kalb, “rûh ve beden birlikteliği” içinde yaratılmış insanın aslî yönüne açılan bir geçittir; tasavvuf mecazlarında bu geçit bazen bir kale kapısına benzetilir. Bu geçidin hemen ardında duyu ve duygularımızın letâfet kazandığı (inceldiği) bir varoluş alanı vardır. Hakim Senâi Hazretleri (ks) burayı “Cân Vilâyeti” diye tanımlar. Burada artık nazar sathî (yüzeysel) görüşü, “müşâhede” hâline tebdîl olunur; yani eşyânın ve insanın derin hakikatine şâhid olmaya başlarız.
-
2.
Çevremizden ve iç dünyamızdan bize devamlı işâretler gelir. Mesela Zâriyat Sûre-i Celîlesi 20-21’de: “Ve fil ardı âyâtun lil mukınîne ve fi enfusikum, e fe lâ tubsirun / Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ve kendi nefislerinde âyetler (işaretler) vardır. Hâlâ görmüyor musunuz?” buyurulur. Bizim bu işâretleri göremememizin sebebi ise, beş duyu organımız vasıtasıyla bizlere ulaşan verilerin zihnimizle sınırlı kalması, kalbimize vâsıl olmamasıdır. Çünkü kalb adeta bir bilgi işlem merkezi gibidir ve tüm bu hakikat şifreleri ancak kalbde çözülebilir.
- Bu verilerin kalbe vâsıl olamamasının ise çeşitli sebepleri vardır. Aslî sebep, insanın sadece Kur’ân-ı Azîmüş-şân âyetlerine değil, hem kendi nefsinden ve hem de çevresinden kendisine vâsıl olan işâret mânâsındaki âyetlere karşı büyük bir direnç göstermesi ve inanılmaz akıl oyunları ile kendini kandırmasıdır.
- Bir diğer sebep; günahlara meyledilirse, kurallara uyulmazsa bu geçidin kirlenmesi ve “kararması”, dolayısıyla insanın kendi hataları sebebiyle bu hayat kaynağından kesilmesidir (azâb); böylece Rabb’imizden lutfedilen işâretleri alamaz hâle geliriz. Bu kurallar, en temel tabiriyle, Rabb’imizin “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerinden de uzak durmaktır.
- Ama bir de, kurallara genel olarak uyulsa ve büyük günahlara tevessül edilmiyor olunsa bile, içimizde yaratılışımız itibariyle mevcud olan gölgeleri, yani bencillik, ucûb, riyâ, cimrilik, hased gibi çeşitli nefsî yönlerimizi de mümkün olduğunca terketmek ve aşırı dünya sevgisine ve “put”lara da meyletmemek gerekir. Bu “put”lar; maddiyat, makam/mevki hırsı, tûl-i emel (uzun vadeli emeller), “izm” sözde dinleri & sahte peygamberleri veya narsisizm misalinde olduğu gibi insanın kendi kendisi olabilir (rasyonalizm, kendi aklına tapma, gnostik/agnostik büyüklük hezeyanları veya zamana karşı savaş, estetik ameliyatlar…). Yani Rabbu’l Âlemîn’in dışında aşırı bir iştiyakla sarıldığımız mâsivâ (Allah ve Resûlü’nden başka her şey), putlaşma tehlikesini getirir. Ve ne zaman himmetimiz bu put üzerine yoğunlaşırsa ilâhi koruma azalır (kendi yaptırımımız dolayısıyla) ve bu putlar kâlbimizi istila eder. Kalb geçidini bloke eden herhangi bir “put”, hemen akabinde insanı perdeler ve fuyuzât-ı rabbaninin (ilâhi feyizler/taşmalar) ve insanı her türlü psikolojik rahatsızlıktan koruyan ve nâr/maddiyat ateşini söndüren nûrun akışını durdurur.
- Kalbimizden bizlere ulaşan bu “işâret /âyet”ler bizde çok önemli iki temel değişikliğe sebep olurlar:
- Rasyonel aklın fikir dalgaları ancak kalb geçidinden atâ’ olunan ilhâmât, varidat, tuluât, füyuzât… diye tanımlanan ilâhî “enformasyon” ile buluştuğunda şüphe, tereddüt, belirsizlik, kararsızlık kaybolur; eşyânın, insanların ve olayların hakikati meydana çıkmaya başlar. Bu derinliğine nüfuz eden ince görüşe hikmet, mârifet, müşâhede, basîret, ferâset, mükâşefe, ru’yet, irfân… denir. Yani bu durumda insan ve evren üzerindeki “sis perdesi” kalkar ve hakîkat güneşi doğar. Bu mânâda kalb, sanki bir “yüksek bilgi işlem merkezi” gibidir; rasyonel akıldan gelen bilgiler ayıklanır, seçilir, ve arıtılır.
- “Sis perdesi”nin kalkmasının bir getirisi de, hâllerimizin değişmesidir. Bu “işâret”leri ve rahmânî hâlleri hissedememek, bunlardan mahrum kalmak ise insana acı verir; insan bir tür “işâret ve hâl açlığı” çeker. Yani kalb kapısı aralandığında, çevremizdeki eşyâyı ve insanı başka gözlerle yani basîret nûru ile görmeye; ve ayrıca duygu benzeri ama daha uzun tesirli “hâl”ler, yani rûhânî hazlar da yaşamaya başlarız. Bu hâller psikolojik açıdan ise, depresyon ve evham gibi bazı rahatsızlıklarımızın da ilacı gibidir. Fakat eğer bu işâretleri görmezden gelirsek, ki çağımızda bu âyetleri örten en vahim tesir sanal bağımlılıktır, kör ve dilsiz gibi oluruz. Bütün bu anlatılanlardan Psikoloji açısından çıkan en önemli hüküm, kalb geçirgenliği ve aktivitesinin mutlu bir hayat sürdürmek için tahminlerimizin çok ötesindeki ehemmiyetidir. Artık esas psiko-patolojimizin (psikolojik hastalıklarımızın) zihnimizde değil, kalbimizde cereyan ettiğini anlamaya başlıyoruz.
-
3.
Kalb, her insanda “nûr” tecellisinin (ilâhî belirginleşme, meydana çıkma) en kesif (yoğun) olduğu nefs yapısıdır. Bu yapıyı “geçit” yerine başka bir mecazla tanımlarsak, örneğin bir merceğe benzetirsek, bu “mercek” temizlendikçe dünya nûrlanır. Dünyadaki varoluşumuzu kaybolduğumuz karanlık bir ormanda yürüyüşe benzetirsek, bir de bakmışız bulutlar dağılmış ve mehtabın aydınlattığı patika önümüzde belirmiş, aynen En’âm sûresi 122’de belirtildiği gibi… “E ve men kane meyten fe ahyeynahu ve cealna lehu nuren yemşi bihi fin nasi…/ Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu…” Dikkatinizi istirham ederiz bu âyet-i kerîmede, Rabb’imiz “nûr”suz hayatı ölüme benzetiyor. Ayrıca Allah’ın güzel isimleri (esmâü’l hüsnâ) sıralamasında el-Hâdi ism-i şerifi (nûrlu Hakk yoluna sevk eden), en-Nûr ism-i şerifinden hemen sonra gelmesi de çok anlamlıdır. Nûr kalbden tecelli ettiğinde yukarıdaki âyet-i kerîmede işaret ettiğimiz gibi “Hâdi yolu” aydınlanır. Bu “nûr” tezahürü (belirginleşmesi) sadece bazı insanlara nasib olan istisnâi (genelden ayrı) bir durum da değildir, her insan yaradılışı gereği nûrun varlığını bilir, kendi kaybolmuşluğu sebebiyle nûru arar ve bu nûru bulamazsa “nûr açlığı” çeker.
- Nefs yapımızda “sırât-ı müstakîm” hattında, “Akabe” yokuşunda yükselmek (Beled 90/11) gerekir. Ama eğer bu yükselme vukû bulmazsa “nûr açlığı” yani “Hakk’tan perdelenme” başlar. Bu “nûr açlığı” psiko-patolojide (psikolojik hastalıklar ilminde), şimdiye kadar, en azından biz psikiyatr ve psikologların bilmediği, çok yeni bir durumdur. Nefs-i emmare veya daha alt “esfele sâfilîn” derekelerinin dar, karanlık varoluş alanında sıkışıp kalma (kebed hâli) zamanla kaçınılmaz bir şekilde, kişinin yapısına göre, farklı miktarlarda kaygı ve depresyona sebep olur. Ve iki yüz yıldır müşahede ettiğimiz gibi bizim bütün psiko- ve farmako-terapi (ilaç tedavisi) çabalarımız, uzun vadede işe yaramaz, insanlık gittikçe “kararmaya” başlar. Bu “nûr”un aydınlatmadığı dünyada ise, ilâhi işâretler mânâsındaki “âyetler” de artık fark edilmez, “âyetler açlığının” sebep olduğu derin bir anlamsızlık ortaya çıkar. İlâhî kuralları bozup insana veya umûmi mânâda varlığa müteveccih (yönelik) bir kötülük yaptığımızda, kâlb geçidi hemen daralır veya tıkanır; nûr akışı inkataya uğrar (kesilir). Nefs tezkiyesine (temizliğine) riâyet edilmezse (uyulmazsa), kalb geçidi aşırı dünya sevgisi ile tıkanırsa, “büyük sessizlik” başlar; yani ilâhî râbıta kesilir, dünya kararır, “beslenme” duraklar, iç cehennemin derinliklerine doğru kaçınılmaz bir iniş başlar. Sanki bir defa ilâhî kurallar bozulduktan sonra, yavaş yavaş bütün oto-kontrol sistemi (akl-ı selîm, vicdan…) çöker ve insan sanki bile bile kendi hazin sonunu hazırlar. Kalb geçidinden akan nûr, o geçidin perdelenmesi sebebiyle artık nefs yapısını kaplamaz ve bu alacakaranlık yapıda, işaretleri de görmezden gelirsek, battıkça batarız.
Bütün bu anlatılanlardan Psikoloji açısından çıkan en önemli hüküm, kalb geçirgenliği ve aktivitesinin mutlu bir hayat sürdürmek için tahminlerimizin çok ötesindeki ehemmiyetidir. Artık esas psiko-patolojimizin (psikolojik hastalıklarımızın) zihnimizde değil, kalbimizde cereyan ettiğini anlamaya başlıyoruz.
- Eğer hatalarda ısrar edilirse nefsin bodrum katlarına doğru bir alçalma başlar. ”Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ se nestedricuhum min haysu lâ ya’lemûn /Ama âyetlerimizi yalanlamaya kalkışan kimselere gelince; onları, ne olup bittiğinden haberleri olmadan adım adım alçaltacağız”. En’âm s. 182. Kâlb geçidinden süzülüp gelen ve dünyaya anlam veren o anlatılmaz ışık yani “nûr” birdenbire kesilmediği için bu düşüşün farkına varmayız, aynen bir rezistansı çevirerek milim milim ışığı azalttığımız gibi; “min haysu la ya’lemun /haberleri olmadan” bu mânâya gelir. Böylece “âyetleri” (işâret mânâsında da) görmemekte ısrar ettiğimiz ve hatalarımızı tekrarlamaya devam ettiğimizde gittikçe o nûrdan mahrum kalırız (azâb) yani “dünyamız kararır”. Ve hatalar tekrarlandıkça “perde üzerine perde” konur; nûr ve âyet yoksunluğu eziyeti başlar. Eziyet; çünkü “nûr”dan kesilme “nâr” (=ateş) içine düşme mânâsına gelir.
- “Nûr”, fotonların teşkil ettiği bildiğimiz gün ışığı benzeri fakat bugünkü ilmimizle mahiyetini çözemediğimiz ama varlığını çok iyi bildiğimiz bir ilâhî lâtîfedir (incelik). Ve bu “nûr” hem âfâkta (evrende) ve hem de bizim derinliklerimizde taayyün eder. Hatta Rabb’imiz Zât-ı Ulûhiyyetlerini tanımlarken Nûr Sûre-i Celîlesi 35’te… “Allâhu nûru’s-semâvâti vel ard… /Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” buyurur. Yani biz farkına varmadan, bir açıdan “nûr” içinde yüzüyoruz demektir. Bu umûmi (genel) nûrdur ama bir de husûsi nûr vardır ve bu nûr her insanın kalb kapısının ardında taayyün (belirginleşme) için hazır bekler. Fotonların teşkil ettiği dünya ışığı bu esas ışığa nispetle “gölge” gibidir yani dünya ışığı bize yetmez; bizi bir müddetliğine avutsa da, hep bir nûr açlığı çekeriz. Ve bu açlık birikim yaparsa önce sıkıntıya tebdil olur (dönüşür), ki bu durum Beled Sûre-i Celîlesi’nde gördüğümüz “kebed” sıkıntısıdır. Yani dış görünüş açısından her şey yolunda gidiyor, zenginlik ve refah yaşıyorsak bile, eğer sıkışıp kaldığımız nefs-i emmârenin bir zar gibi etrafımızı saran görünmez sınırlarını aşamaz, felah hâlini yaşayamazsak, varoluşumuz sanki karanlık bir hapishane hücresinde gibidir. “E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûran yemşî bihî fîn nâsi ke men meseluhu fîz zulumâti leyse bi hâricin minhâ…/ Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu?” En’âm s. 122. Hangi ölü… “Emvâtun gayru ahyâin ve mâ yeş’urûne eyyâne yub’asûn /Hayatı hiç tatmamış ölülerdir! Ne zaman dirileceklerinin de şuuruna varamazlar”. Nahl/21 Peki ne yaparsak bu yarı ölü varoluş tarzından kurtulup, felâhı yaşayıp, Rabb’imizin nûruna kavuşuruz? Mesela Enfal 8/24’te zikredilen “hayat verecek şeyleri” yapmaya başladığımızda… “Yâ eyyuhâllezîne âmenûs tecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm…/ Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun…”. Ve uyarsak ne olacak; Rabb’imiz bize öyle bir müjde veriyor ki neredeyse aklımız duruyor… “…va’lemû ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn / …bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer…” Bakın yarı ölüyken dirilmek nasıl bir şey ve ne inanılmaz bir nûr tecellisi ile müşerref oluyoruz; Rabb’imiz nûr-u kemâli (mükemmellik nûru) ile teşrif ediyor!
-
4.
Kalb ve civarı, yani sadr alanı, psiko-patolojinin (psikolojik hastalıklarımız) azaldığı nefs konumudur. Kalb geçidine yaklaştıkça kaygı, esef, keder, hüzün, pişmanlık, suçluluk, yetersizlik, abartılmış utanç, öfke, nefret vb. duygular farkedilir bir düşüş gösterir. Nûr tecellisi, “nâr”ı söndürür; içimizin yanması azalır, göğsümüze bir ferahlık gelir; sanki kalbimizin üstünden tonlarca yük kalkar. Kalbin insanın mânevi acıları üstündeki bu tesiri psiko-patolojiye yepyeni bir yaklaşımı mümkün kılar.
- Depresyon hastalığının zevk alamama, suçluluk, yetersizlik, pişmanlık, zehirli utanç gibi duygularının yanısıra, belirtilerinden birisi de hayatiyet duygusunun azalmasıdır; hasta bütün enerjisinin gittiğini, ölü gibi olduğunu hisseder. Hiçbir şey yapmaya gücü yoktur, geleceğe yönelik ümidini ve güvenini kaybetmiştir. Bu durumda bile, diğer terapi girişimlerinin beraberinde biraz düzelme olduğunda, kendisini “hayat veren işleri” yapmaya teşvik edersek, beklenmedik artı bir netice elde edebiliriz. Hele hele bu durum bir hayat tarzı hâline dönüşürse, depresif krizlerin derinliği ve sıklığı anlamlı bir şekilde azalabilir.
- Kalb geçidi aralanıp nûr tecellisi artarsa, korku ve evham (kaygı) da gücünü kaybeder ve ciddi oranlarda itminân (asli varoluş güveni), recâ’ (asli varoluş ümidi), sürûr (asli varoluş neşesi) vb. hâllere tebdil olur (dönüşür); sanki karanlık dünya gecesinde nûr mehtabı çıkar.
- Psikoloji ilminin doğduğu şu son iki yüz sene içerisinde biz patolojinin sebebini hep zihinde ve dimağda aradık, ama şimdi Nefs Psikolojisi vasıtasıyla anlıyoruz ki esas mesele kâlbimizdeymiş; şifâ oradan geliyormuş. Nûr mahrumiyetinin depresyon ve evham hastalıklarının etiyolojisinde (nedeninde) anlamlı bir rol oynadığı hakikati, bütün profilaksi (hastalık meydana çıkmadan tedbir alma) ve tedavi stratejimizi yeniden değerlendirmemizi elzem kılar. Bu durum özellikle çağımızda küresel bir epidemi hâline dönüşmüş sanal bağımlılık alanı için geçerlidir.
- Yukarıda saydığımız psikolojik acılarımızın esas sebebi, sadece bazı arzu ve isteklerimizin, istediğimiz zaman ve miktarda tatmin olmaması değil, bu isteklerden dolayı kalb kapısının tıkanmasıdır. Buradan da aşağıda açıklayacağımız çok ilginç hüküm çıkar.
-
5.
Psikoloji ilminin tanımladığı, beyin sapında yer alan ve bazı saiklerimiz (güdüler) tarafından tetiklenen “haz sistemi” birçok davranışımızı açıklasa da bazı durumlarda cevap bulamayız. Burada salgılanan “dopamin” hormonu geçici bir haz verir ama kısa bir müddet sonra hemen tesirini kaybeder.
- Fakat sadece bazı maddeler değil, mücerret (soyut) düşüncelerimiz de, tabii saiklerimize (doğal güdülerimize) ters düşse bile, bizlere mahiyetini (niteliğini) bilmediğimiz bir tür haz yaşatabilir. Mesela bir ideal uğruna açlık grevi yapan veya insanın en güçlü güdüleri olan cinselliği bile erteleyerek hayır işlerine koşan insanlarda olduğu gibi. Nöro-biologlar bu durumu insanın “üstün-gücü” olarak tanımlarlar. Nefs psikolojisi ise bizleri bu mevzuda insanın ikincil hatta asıl bir haz sistemi olabileceği düşüncelerine götürür. Çünkü yaşadığımız bazı rahmânî hâlleri sadece yukarıda tanımladığımız haz sistemi ile bağlantılandırmak mümkün değildir. Veya bildiğimiz “dopamin” odaklı haz sistemi devreye girmiş olsa bile, bu hâllerin bizim içimizde uyandırdığı hisler ve tatmin duyguları, alıştığımız bildiğimiz duyguların çok üstünde bir ayrıcalık taşır. Bu durumda Montague’ın “üstün-güç” dediği her ne ise bize göre duygu üstü “üstün-duygular” yani “rahmânî hâller”dir.
- Kalbimiz devreye girdiğinde yaşadığımız bu rahmânî hâller, haz sisteminin verdiği geçici hazlardan çok daha güçlü, uzun süreli ve farklı hazlar verirler. Mesela “sürûr” (aslî varoluş neşesi), tesirini uzun müddet sürdüren, hayata bakışımızı değiştiren ve içinde hiçbir şekilde hüzün barındırmayan sevinç hâlidir. “Selâm” (aslî barış hâli) bütün varlıkla derin bir kardeşlik, barış, esenlik hâli yaşamak demektir. “Sekîne” (aslî varoluş sükuneti) en dayanılmaz, dehşet verici fırtınanın dinmesi ve kara bulutlar arasından kalbimizi ısıtan güneşin çıkması gibidir. “Sekr” içmeden sarhoş olma hâlidir ve alkol gibi ertesi gün baş ağrısı vermez, öyle birkaç saat içinde geçip gitmez. Yani Rabb’imizin sözünü dinleyip kalb geçidine yaklaşabilirsek bildiğimiz bütün hazların ötesinde, fevkinde (üstünde) haz üstü hazlar yaşamaya başlarız, iç cennetimizin “safâ” sını süreriz. Ve bütün bu hâller bu dünyaya göre, kıyas kabul etmez derecede daha “aydınlık” bir âlemde yaşanmaya başlanır, işte bu ışık üstü aydınlığa “nûr” denir. “Rûh” gibi mahiyetini (niteliğini) bilmesek de bu “nûr” ile buluşunca rahatlar, ferahlar, sakinleşir, huzura kavuşuruz. Bütün bu anlatılanlardan çıkan netice, şimdiye kadar bildiğimiz haz sisteminin ötesinde, kalbî derinliklerimizde yer alan, aslî (asıl) bir haz sisteminin varlığıdır.
İşâretlerin kalble temâs etme süreci
Duyu organlarımız vasıtasıyla zihnimize ulaşan bilgi, ancak kalbimize yükselir ve oradan bizlere ihsan edilen ilâhî bilgi ile buluşursa bilgi tamamlanır; ve bunun da adı hikmettir. Sadece zihinsel faaliyetle arayışa ``yatay nedensellik``; ve kalbî olana da ``dikey nedensellik`` de diyebiliriz (horizontal versus vertical causality). Hikmet ile varoluşa bakarsak, insan ve eşyanın iç hakîkatini görmeye başlarız ve sanki bir sis perdesi kalkmış gibi olur.
-
1
Sürekli olarak, kâinattan ve derûnumuzdan zuhûr eden âyetlerle (işâret) temas halindeyizdir.
Duyu organlarımız vasıtasıyla bu işâretleri/bilgileri alırız. Duyu organlarımız dinamik bir algılama yapısına göre yaratılmıştır. Yani hâdisâtı (oluşumu) müşâhede ederken (izlerken, şahit olurken) ve eşyâya bakarken satıhta da (yüzeyde) kalabiliriz, ama eğer ``mühür`` açılırsa derinliğine doğru da nüfûz edebiliriz.
-
2
Rasyonel akıl bu bilgileri nedensellik, kıyaslama ve kategorizasyon ile yüzeysel bir şekilde algılar, ayıklar ve değerlendirir.
Dimağa ulaşan bilgiler dimağda (zihinde) parçalanırsa kalbe ulaşamaz. Eğer hatalarda ısrar edilirse nefsin bodrum katlarına doğru bir alçalma başlar. Kalb geçidinden süzülüp gelen ve dünyaya anlam veren o anlatılmaz ışık yani ``nûr`` birdenbire kesilmediği için bu düşüşün farkına varmayız. Böylece nûr ve âyet yoksunluğu eziyeti başlar. Eziyet; çünkü “nûr”dan kesilme “nâr” (=ateş) içine düşme mânâsına gelir. Ama dimağda parçalanmayan bilgi, kalbe vâsıl olur.
-
3
Kalbe ulaşan bilgilerle derinliğine bir temas kurulur; tefekkür devreye girer.
Âyetler kalbimize vâsıl olduğunda bizde çok önemli değişiklikler olur: Kalb geçidinden ilhâmat, füyuzât, vâridât ve tulûat gibi ilâhî enformasyon akışı gerçekleşir; rasyonel aklın fikir dalgaları bu enformasyon ile birleştiğinde şüphe, tereddüt, belirsizlik gider ve yerini irfân, mükâşefe, hikmet gibi ince görüşlere bırakır; böylece sis perdesi kalkar ve içimizde hakîkat güneşi doğar. Yani kalb, sanki bir “yüksek bilgi işlem merkezi” gibidir; rasyonel akıldan gelen bilgiler burada ayıklanır, seçilir, ve arıtılır.
-
4
Her türlü psikolojik rahatsızlık diner. Zihin dalgalanmaları yerini temkîne bırakır.
Sis perdesi kalkıp kalb geçidi aralandığında, çevremizdeki eşyâyı ve insanı başka gözlerle yani basîret nûru ile görmeye; ve ayrıca duygu benzeri ama daha uzun tesirli “hâl”ler, yani rûhânî hazlar da yaşamaya başlarız. Bu “işâret”leri ve rahmânî hâlleri hissedememek, bunlardan mahrum kalmak ise insana acı verir; insan bir tür “işâret ve hâl açlığı” çeker. Yani bu hâller psikolojik açıdan, depresyon ve evham gibi bazı rahatsızlıklarımızın da ilacı gibidir.
Kalbin psikolojik sağlığımız için önemini anladık. Peki cep telefonu/ekran temâsının kalbimizle alâkası nedir?
Ekranla temasımız arttıkça, ``evham ve depresyon gibi rahatsızlıklardan bizi koruyan nûrun`` kaynağı olan kalpten uzaklaşırız.
İnsanın, üst boyutları ile teması temsil eden kalp geçidi tıkanır. Bu tıkanıklık, lâtif duyuları, duyguları ve hâlleri yaşamamızı engeller. Merhamet, basiret, ferâset, sürûr, itminan, reca’ gibi varoluşumuz için olmazsa olmaz önem taşıyan derin insani değerler körleşir.
Yakın tarih içinde sanallıkla temâsın uzunlamasına bir analizi
TELEVİZYON BAĞIMLILIĞI
Bu mevzuda en geniş muhtevalı çalışma, R. Kubey ve M. Csikszentmihalyi’nin gerçekleştirdiği çalışma gibi görünüyor.
Araştırmacılar ilginç bir metod uygulayarak, “Tecrübe Toplama Metodu/Experience Sampling Method” ölçümlerini gerçekleştirirler.
Bu araştırmada denekler, televizyon izlerken kendilerini rahat ve pasif durumda tanımlarlar. Fakat en şaşırtıcı sonuç, bu rahatlık durumunun televizyon kapatıldıktan sonra bitmesi, ama pasiflik ve yüksek uyarı halinin (alertness) devam etmesidir. Kişiler, “Televizyon sanki bizim enerjimizi tüketti, kendimizi eksik hissediyoruz” derler.
Konsantrasyon kabiliyetleri televizyon izlemeden önceki sürece göre daha düşüktür. Tam tersine, kitap okuduktan, spor yaptıktan, anlamlı aktivitelerde (hobi gibi) bulunduktan sonra kendilerini daha iyi hissederler.
Demek ki sağduyu ve aklıselim, ancak “hipnoz” bitince gerçekleşir.
Evet, daha ziyade yalnız, mutsuz, kaygılı insanlar ağır televizyon bağımlılığı kategorisine girerler (günde 4 saat ve üstü); seyrederken menfi düşünceler ve acı verici tekrarlamalardan geçici olarak kurtulurlar ama bu görsel ve işitsel uyaran duşu bitince daha beter hale gelirler. Bu süreç, alkol ile geçici rahatlamayla büyük benzerlik gösterir; tolerans fenomeni (aynı miktarla yetinmeyip hep artırmak) devreye girer.
Araştırmacıların üstünde durdukları aşırı televizyon tüketimi ile irtibatlı bir başka rahatsızlık ise “dikkat tembelliği” (attention inertia) diye tanımlanır. Beynin karmaşık verileri (complex information) çözme merkezleri atalet haline girer; muhakeme, doğru karar verme, sağduyu devreden çıkar. Yani izlediğimiz bir film veya program bize ters gelse de, muhakeme (hüküm verme) yeterince güçlü olmadığı için, irade devreye girmez, son adımı atıp düğmeye basıp kutuyu kapatamayız.
Yapılan araştırmalar televizyon izlerken EEG’de (elektroensefalogram, beyin biyoelektrik aktivitesinin ölçülmesi) alfa dalgalarının (saniyede 8-13 Hertz) arttığını göstermiştir. Alfa dalgaları beyin kortikal aktivitesinin, yani aktif düşüncenin durulduğuna işaret eder. Mesela, kendi kendimize düşüncelere daldığımızda, hayaller kurduğumuzda veya müzik dinlerken alfa dalgaları ağır basar. Öte yandan, beta dalgaları (12-30 Hertz) ise yoğun zihinsel aktivite ve kaygı durumlarında meydana çıkar. 1969’larda Herbert Krugman, kişi televizyon izlemeye başlayınca, 30 saniye içerisinde beyin dalgalarının beta aktivitesinden ağırlıklı olarak alfa aktivitesine geçtiğini ve (beyaz bir duvara bakıldığında olduğu gibi) rasyonel düşünceyi temsil eden sol beyin yerine sağ beynin devreye girdiğini müşahede eder. Bu sürece paralel giden bir başka olgu ise, endorfin (vücudun tabiî afyon benzeri alkaloidleri) salgısının artması, yani bir tür uyuşma haline geçiştir.
Başka araştırmacılar da, mesela T. Mulholland, M. Smith/A. Gevins de aynı sonuçlara varırlar. Yale Üniversitesi’nden Jerome Singer ise bir başka konuya dikkat çeker. Çocukluktan beri çok fazla televizyon izleyen insanlarda hayal edebilme kabiliyeti azalır, başkalarının hayalleriyle yaşanır, yaratıcılık dumura uğrar.
Yapılan son tahminlere göre, günde 3-4 saat televizyon izleyen bir insan, senede 20.000 reklam yayını, 12.000 şiddet sahnesi (film ve haberlerde) ve binlerce cinayet, tecavüz görür.
İNTERNET VE TAŞINABİLİR İLETİŞİM ARAÇLARI BAĞIMLILIĞI
Anlaşılan, son 50 senedir insan zihni istila hâlinde. Yenilik, modernizm, ilerleme vs. tanımları altında usulca ama nesilden nesile artan bir şekilde, Matrix’in sanal dünyasına hapsoluyoruz; hem de kendi rızamızla, güle oynaya… İnternet bağımlılığı da birçok araştırmanın gösterdiği gibi değişik açılardan insana zarar veren bir bağımlılık; ama alt gruplarının olması tanıyı güçleştiriyor.
Bu gruplara örnek verecek olursak:
- İnternet oyunları bağımlılığı
- Kumar bağımlılığı
- Pornografi bağımlılığı
- Müstehcen iletişim bağımlılığı (hat üzerinden flört vs.)
- Sosyal paylaşım ağları bağımlılığı (communication addiction disorder /facebook, twitter)
- Sinema filmleri izleme bağımlılığı
- Haber bağımlılığı
- İnternet üzerinden alışveriş bağımlılığı
İstatistiklere bakarsak, interneti ilk defa kullanan kişilerin %25’i, ilk 6 ay içerisinde internet bağımlılığı kriterlerine uyuyor. Güney Kore’de 18 yaş altı gençlerin %30’u internet bağımlılığı riski altında. İngiltere’de öğrenciler arasında gerçekleştirilen bir başka araştırma, hastalık derecesinde internet kullanımını %18 oranlarında gösteriyor.
Patoloji göstergesi, bu çocukların akademik performans ve insan ilişkileri noktasında yaşadıkları problemler açısından değerlendirilmiştir. İş kaybı, boşanmalar, borçlanmalar ve akademik başarısızlıklar sosyal yan etkiler arasında sayılabilir.
İnternet bağımlılığı üzerine bir diğer ciddi araştırma, “İnternet ve Teknoloji Bağımlılığı Merkezi”nden Dr. David Greenfield’den gelir. Greenfield, Virtual Addiction (Sanal Bağımlılık) kitabının da yazarıdır. Yazar, bazı internet bağımlılıkları ile dissosiyasyon (hafıza, farkındalık ve kimlik duygusu kaybı veya geçici kesilmesi), zaman mefhumunda bozulma ve anlık haz arayışı (instant gratification) arasındaki ilişkiye dikkati çeker. İnternet bağımlılığının 2013’te yayımlanacak yeni DSM-V klasifikasyonuna girmesi gerektiğini savunan J. J. Block ise bu rahatsızlığın %86 oranlarında başka psikolojik rahatsızlıklara paralel gittiğini gösterir.
“Peki, bağımlılığın ölçüsü nedir?” diye sorarsak, K.S. Young’a göre haftada ortalama 38 saat ve üstüdür. Tabii ki bu sonuçlarda ciddi akademik çalışmalar için veya başka amaçlarla internete girme arasındaki fark da dikkate alınmalıdır.
Sinema, televizyon, internet derken geldik şimdi Matrix hezeyanının dördüncü aşamasına, yani taşınabilir tımarhaneye… Cep telefonları ve tablet bilgisayarlar hayatımızın her alanına girdi. Gençler telefonları ile yatıyorlar ve uyandıklarında ilk işleri bu cihaza bakmak oluyor. Ama sadece gençler değil, belirli yaşın üstünde olanlar bile olur olmadık yerlerde hakikatten kopup, dayanılmaz bir cazibe altında ekranın büyüsüne kapılıyorlar.
Grup terapilerimde, seminerlerde bile insanlar çaktırmamaya çalışarak mesajlaşıyorlar. Bunun ne kadar yersiz, hatta edep dışı bir davranış olduğunun farkında değiller.
TasukuIgarachi ve arkadaşlarının Japonya’da yapılan “Telefon Yoksa Hayat Yok” (No mobile, No life) adlı bir çalışması ile uluslararası alana bakalım.
Bu çalışmada mesajlaşma bağımlılığı farkındalığı (self-perception of text-message dependency) ile psikolojik davranışsal semptomlar arasındaki ilişki araştırılıyor.
Kendinden emin olmayan, obsesif yapıdakiler, dışlanmaktan çok çekiniyorlar ve mesaj yolladıktan sonra hemen cevap gelmezse kaygılanıyorlar; ne kadar çabuk ve çok cevap gelirse özgüvenleri o kadar artıyor.
Çalışma; dışadönüklük (extraversion), nörotizasyon, itkisellik ve bağımlılık arasındaki anlamlı ilişkiye işaret ederken, bazı daha kötü sonuçların da meydana çıkabileceğini gösteriyor.
Özellikle bazı ergenlerde cep telefonu bağımlılığı o dereceye gelmiş ki, uyku eksikliği yüzünden ağır krizler yaşayabiliyor, hatta intihara bile sürüklenebiliyorlar.
İlk Adım: Tehlikeyi yadsıma ve ekranda geçirdiğin zamanın bilincinde ol.
İlk iş kendimize ``Benim günlük cep telefonu kullanımım ne kadar?`` sorusunu sormak. Ekran Süresi (Screen Time), hem cep telefonlarının kendi sisteminden hem de çeşitli uygulamalardan otomatik şekilde bize sunuluyor. Hem günlük hem haftalık kullanım verilerine ulaşabiliyoruz. Hangi uygulamalarda ne kadar zaman geçirdiğimiz de detaylı şekilde yazıyor. Unutmayın, harekete geçmenin ilk adımı durum tespiti yapmaktır.
Sanal Bağımlılığın Nöro-biyolojik ve Nöro-anatomik Nedenleri
Deney:
1950’lerde James Olds ve Peter Milner isimli psikologlar, deney farelerinin kafesine farelerin beyinlerine etki edecek şekilde konumlandırılmış elektrotlar vasıtasıyla doğrudan beyni uyaran bir kollu pres yerleştirdiler. Sonuçlar, davranışsal nöroloji tarihinin en dramatik deneyini ortaya koydu: Fareler beyinlerini uyarmak için kola 7000 defaya kadar basabiliyorlardı. Bu haz merkezinin ya da ödüllendirilme devresinin aktivasyonu her tür doğal uyarıcıdan daha kuvvetli sonuçlar doğuruyordu.
Daha sonra yapılan bir dizi deneyin gösterdiğine göre, fareler devre uyarımını (aç olduklarında dahi) yiyeceğe ve (susamış olduklarında dahi) suya tercih ediyorlardı. Kendi kendilerini uyaran erkek fareler, çiftleşmek isteyen bir dişi fareyi görmezden geliyor ve ayaklarına elektrik şoku veren zemin ızgaraları üzerinden tekrar tekrar geçebiliyorlardı. Dişi fareler emzirdikleri yeni doğmuş yavrularını, kola basmak için terk ediyorlardı. Bazı fareler 24 saat boyunca diğer her türlü aktiviteyi bir kenara bırakarak saatte 2000 defaya kadar kendi kendilerini uyarabiliyorlardı. Açlıktan ölmemeleri için, sımsıkı asıldıkları uyarıcı aparattan sökülüp alınmaları gerekiyordu. Tüm dünyaları o kola basmak olmuştu.
Elektrotların bağlandığı noktaları sistematik olarak değiştirerek beyindeki ödüllendirme devrelerinin haritasını çıkarmak amacıyla daha başka çalışmalar da yapıldı. Bu deneyler beynin neokorteks denilen dış (ve üst) yüzeyinin uyarılmasının, ödüllendirme etkisi yapmadığını ortaya koydu -fareler kola basarak şanslarını denemeye devam ediyorlardı. Öte yandan, beynin derinliklerinde ödüllendirme ile ilgili sadece belirli bir bölge söz konusu değildi. Bunun yerine, merkezden geçen bir hat etrafında konumlanmış birbiriyle bağlantılı bir grup yapı, ödüllendirme devresini oluşturuyordu.
Yukarıda sizlere sunduğumuz araştırmalardan özet olarak şu sonuçlara varıyoruz:
- Hem madde bağımlılığında (alkol, esrar vb.) hem de davranış bağımlılığında (kumar, şans oyunları vb.) benzeri bir durumla karşı karşıyayız.
- Beyin nöro-kimyasında belirgin bir değişim söz konusu (dopamin, endorfin vb.)
- Beynin elektro-fizyolojik aktivitesini gösteren EEG ölçümlerinde, normal duruma göre belirgin bir farklılık söz konusu (normal uyanıklık hâli “beta” aktivitesinden, “alfa-teta” aktivitelerine geçiş).
- Bu değişikliklerin bir çeşit hipnoz durumu olduğunu çağrıştıran veriler var, ama daha derinliğine araştırmalar yapmak gerekiyor.
Sosyo-kültürel ve Neo-psikanalitik Açılardan Postmodern İnsan
Eric Fromm’un takipçisi Rainer Funk’un, Ben ve Biz adlı kitabında öne sürdüğü fikirleri kısaca özetleyelim:
• R. Funk’un çıkış noktası, Erich Fromm’un “sosyal karakteri”dir (pazar ekonomisi karakteri/marketing character); fakat Funk daha ileri gider ve bu karakterin zamanımızdaki değişimini analiz eder.
- İhtiyaçlar üzerine kurulmuş pazar ekonomisi, fabrikasyon üretimin devreye girmesi ile ürün odaklı hâle geldi. Yani aşırı miktarda üretilen herhangi bir ürüne gerçekte ihtiyaç olmadığı durumlarda, ürünün gerçek veya gerçekdışı “yan özellikleri”nin ortaya çıkarılarak satılması gerekiyordu. Mesela, Marlboro içenler kovboylar gibi özgür; Dom Perignon şampanyası tüketenler snob ve asil; kahvaltıda Nutella yiyen aileler uyum ve mutluluk içinde; Visa card kullananlarsa kendilerini zengin hissetmeliydiler.
Zaman içerisinde ürünlere insani özellikler de verilmeye başlandı (konuşan arabalar, hayvancık gibi konuşan nesneler vb.). Böylece Fromm’un “pazarlama ekonomisi karakteri/ marketing character” tiplemesinden, “hayalî ürün odaklı” karaktere geçildi. İnsanlar; son derece ustaca hazırlanmış, gerçeğinden bile cazip, hatta “gerçek” gelen bir dünya ile temas ettikçe ürünlere sahip olmak yerine gittikçe ürünler onlara sahip olmaya başladı. - R. Funk, rüyanın daha da derinleşmesini “postmodern insan” diye tanımlar. Artık gerçek dünyadan neredeyse tamamen kopan, Matrix içinde hapis kaldığının farkındalığını bile yitiren bu insan, kendini “özgür, spontane, bağımsız, sınırsız” olarak tanımlar. Funk’a göre bu yeni sosyal karakterin bir aktif, yani üreten, sunan; bir de pasif, yani tüketen varyasyonu vardır. Fakat bu iki alt grubun müşterek menfi özelliği, hakiki ilişkiler kurma ve muhabbet gösterme kabiliyetlerinin kısıtlanmış, dumura uğramış olmasıdır. Bu küntleşme ve “paslanma”, Funk’a göre narsisizm veya otizm kaynaklı değil, maymun iştahlılıktan ileri gelir. Sürekli “değişim” arayan insan, “olay açlığı” çeker. Pazar ekonomisi tarafından menfaatperest nedenlerle, “kendini yenileme, kendi ‘gerçeğini’ sahneye koyma” gibi kavramlar üzerine programlanmıştır. Bir insanla derin ilişkiler yaşamak yerine, birçok insanla teğet ilişkiler kurmaya yönelir. Tek önemli olan, ne söylenirse söylensin, anlamsız ve yüzeysel de olsa bir tür bağlantı (connection, “I am connected to the net”) içinde kalmaktır. Yani insan da artık bir tüketim malzemesi hâline gelir.
- Funk bu postmodern kişilik yapısını (hem aktif hem de pasif olanı), üretemeyen yönelim (non productive orientation) diye tanımlar. Çünkü bu insan kendine ait olmayan, kendi özünden kaynaklanmayan güç ve yetkilerle hayatını şekillendirir. Matrix’in bu maddi dünyasına hapsolmak; sevgi, muhabbet, güven, merhamet, hassasiyet, letâfet gibi ince duygularımızı körleştirdiği için, postmodern insan kendini derin bir boşlukta hisseder, ölesiye sıkılır ve kendine yabancılaşır. Bu dramatik kendine yabancılaşmanın nedeni Funk’a göre, insanın kendi derûnunda taşıdığı yüksek kabiliyetleri, kendi yarattığı dünya ve durumlar üzerine yansıtarak aramasıdır. Yani kendini keşfetmeden, dünya üzerine hâkimiyet kurmak ister; etkinliğine âşıktır. Aslî kabiliyetler (lâtif hâller) yerine; “üretilmiş”, fabrikadan çıkmış, sözde, suni “kabiliyetler” (artificial competences) devreye girer.
- Yapma ve sanal dünyalarda insanların ilgisini çeken iki önemli tesir bulunmaktadır. Biri, duyuların aşırı uyarılması yoluyla duyusal ve heyecan veren algının yoğunlaştırılması; diğeri de interaktif biçimlendirme imkânları sayesinde kişilerin deneyimin bir parçası hâline gelmeleridir.
Gelin şimdi çok başka bir açıdan bakalım ve sanallığın bir başka tuzağına dikkat çekelim. Avrupa guguk kuşları üzerine yapılan bir deneyde, araştırmacılar, kuşların yuvadaki bazı yumurtalarını kaldırıp yerine daha büyük ve daha parlak yumurtalar koyarlar. Ve şaşırtıcı bir şekilde kuşlar kendi yumurtalarını bırakıp bu yapay olanlar üzerinde kuluçkaya yatarlar. Luuk ve Niko Tinbergen kardeşler başka kuşlar üzerinde de bu deneyi tekrarladıktan sonra, bu fenomeni normalüstü uyaran tesiri (supernormal stimuli) diye tanımlarlar.
Deirdre Barrett, Supernormal Stimuli başlıklı kitabında konuyu daha da mufassal bir şekilde ele alır ve postmodern insanın birçok davranışını bu zaviyeden inceler.
Aşağıda sizlere bir dizi normalüstü uyaran ve davranış sıralıyorum; okuyunca siz de hayret edeceksiniz.
- Moda; hep daha çarpıcı, daha renkli ve daha tahrik edici.
- Gıda endüstrisi; tabiî şeker (fruktoz) yerine fabrika şekeri (glikoz daha tatlı gelir ama vücut tarafından daha çabuk yakıldığı, metabolize olduğu için bağımlılık yapar).
- Yine gıda endüstrisi çerçevesinde suni tatlandırıcılar ve boyalar.
- Tarım alanında kullanılan hormonlar, genetik manipülasyon. Artık neredeyse, ekolojik şartlarda yetiştirilenler dışında normal meyve kalmadı; hep daha büyük, daha renkli vs. hâlinde üretiliyor.
- Tabiî hâlinden çıkarılmış, rafine edilmiş yiyecekler; kepeğinden arınmış beyaz ekmek, rafine edilmiş sıvı yağlar, pirinç vs.
- Fast food endüstrisi, Big Mac kültürü.
- Normal meşru cinsellik yerine erotizm, pornografi vs.
- Estetik ameliyatlar, büyütülen göğüsler, dudaklar vs.
- Kozmetik endüstrisi -sarışınsan güzelsin- uzun kirpikler, tırnaklar vs.
- Aşırı yüksek, sağlığa zararlı topuklu ayakkabılar.
- Felaket filmleri, korku filmleri, olağandışı canavarlar; King Kong, Drakula, süper güçlü insanlar, mutanlar, avatarlar vs.
- Ölümsüz, sonsuz devamlılık arayışı ve bu temada tekrarlayan Hollywood filmleri (mesela Star Wars), Şehrazad Sendromu (masal biterse hayat da biter).
- Güzellik yarışmaları; en güzeli, en “bilmem nesi” vs.
- Beden geliştirme ve anabolizan hormon endüstrisi.
- Tehlikeye meydan okuma; bungie jumping, serbest stil dağ tırmanışı, sky-diving, süratli araba ve motosiklet sürme tutkusu vs.
- Aşırı gürültü arayışı; diskotekler, araba içi müzik vs.
- Oyuncak endüstrisi; Barbie bebek tutkusu ve büyüyünce, onun gibi olma hezeyanı (ölesiye rejimler, anoreksiya nervosa).
- Ve her yerde, her zaman, her yere, her habere, her bilgiye işitsel ve görsel olarak ulaşabilme iddiası.
Bakın guguk kuşları bizi nerelere getirdi! Nefs-i emmâre yapısının en ironik yönü; hayatta kalıyorum derken, kendine, gem vuramadığı arzuları nedeniyle zarar vermesi. Balığın, gerçeğinden daha renkli ve büyük görünen çapari yeme gelmesi gibi, tekâmülü duraklamış insan da yemleneceğim derken yem oluyor.
İnternet Nesli Hakkında Bazı Değerlendirmeler ve Meta-analiz Sonuçları
Bu bölüm, Mustafa Merter'in, J. Twenge'nin i-Nesli adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabına yazdığı önsözdeki bilgilerle oluşturulmuştur. Meta-analiz sonuçları, i-Nesli kitabından edinilmiştir.
``Bu çocuklar o kadar mı tükendiler de, artık kendilerini sevmeye bile enerjileri yok?``
Arkadaşlarıyla daha az, akıllı telefonlarıyla daha çok zaman geçiren ergenlerin yaşamdan aldıkları doyum, sarsıcı bir hızla düştü.
``Ortalama bir ergen, cep telefonunu günde en az seksen kez kontrol ediyor.``
``Yanyana değil, sanal.``
Ekranla temas arttıkça psikolojik rahatsızlık riski de artıyor.
Nefs Psikolojisi'ne Göre Sanal Bağımlılık
Buraya kadar hangi insanın bağımlılık açısından analizini yapmaya çalıştık? Dikkatinizi çekerim, yazılan binlerce sayfa kitap, makale, anketler, deneyler, hep nefs-i emmâre mertebesine yönelik. Çünkü Batı psikolojisi ve psikiyatrisi bu mertebenin üstünü bilmez; yadsır, inkâr eder. Evet, belki A. Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisi ve kâmil insanlar üzerine orijinal görüşleri ile bir istisna teşkil eder; eder, ama o da materyalist paradigmanın içerisinde egzotik bir kuş gibidir. Daha derinliğine araştırılmadığı ve nefs yapısı bilinmediği için kimse Maslow’un ne dediğini tam anlamaz. Mesela, tüm bu haz arayışları çerçevesinde mânevi haz ve diğerkâmlığın, fedakârlığın insana yaşattığı hâller de kaynayıp gider; gider, çünkü “hâl” de bilinmez.
Eğer tarafsız bir değerlendirme yaparsak gerek iş, gerek bilim, gerek iletişim, haber, eğlence vs. dünyalarında internet ve görsel teknolojinin sunduğu avantajlar inkâr edilemez; fakat bütün mesele bunun makul, zararsız ölçüsünün ne olduğudur. Bu soruya Virtual Addiction /Sanal Bağımlılık kitabının yazarı David N. Greenfield’in cevabı, “Genel mânâda sağlıklı olmak; insanın, mânevi yönlerini de ihmal etmeden, tümcelliğini yaşamasıdır” şeklinde geliyor. “Hastalık” (İng. dis-ease) bu mânâda bu tümcelliğin, iç ahengin bozulması; bağımlılık da bunun göstergesidir. Yazar bu dengenin ne dereceye kadar bozulabileceğini göstermek için, Sandra Hacker’in hikâyesini misal veriyor. Bu hanım çocuklarını pislik ve sefalet içinde bırakırken, kendisi özel internet mabedinde, bakımlı odasında, günlerini internet başında geçirdiği için şikâyet edilmiş biri. Yani öyle bir güçlü bağımlılık fenomeni ile karşı karşıyayız ki, insanın en asil annelik duyguları bile dumura uğrayabiliyor. “Peki, ne oldu da bu kadın ve benzeri insanlar böyle bir temayüle girdiler?” sorusuna Greenfield, “Sıkılıyorlar” cevabını veriyor. Bu sıkıntının Nefs Psikolojisi’ne göre tanımı, “kabz” hâli, yani “bast” hâlinin zıt kutbudur.
Aynı yazara göre, birçok kendini mahvetme (self destructive) davranışının temelinde bu sıkıntı yatıyor. Öyleyse sanallığa yönelik motivasyon da, başlangıcında bir kurtuluş arayışı.
Sanallığın bir başka menfi hususiyeti ise, gerçek zamanla temasın (real-time contact) bozulması. Bilgisayar veya televizyon başına geçip siber-aşk başladıktan sonra, zaman mefhumu değişiyor; zaman hızlanıyor, uçup gidiyor.
Bu “zamansızlığın” psikolojideki tanımı ise, “dissosiyasyon”dur, yani egonun tümcelliği bozulur; gerçeklik ile temas buğulanır. Nefs Psikolojisi’ne göre, tümcelliğin kaybı sadece ego ile sınırlı değildir; üst bilinçdışı (âlem-i misal) ile de irtibatın kesilmesidir.
Kapının önüne kadar gelip, öteye geçememenin bir diğer sebebi ise sanal âlemin insanda harekete geçirdiği “sınırları aşma” durumudur. İngilizce “disinhibition” tabirini böyle tercüme ettim; “kısıtlanmamışlık” da diyebiliriz. Yani internette ve genel mânâda sanallıkla temasta, ar perdesi yıkılabilir; edep, ahlak, utanç, hicap kalkar.
Özet olarak Nefs Psikolojisi’ne göre sanal bağımlılığın zararlarını sıralayalım:
- İnsanın üst boyutları ile teması temsil eden kalp kapısı tıkanır, gönül alanına geçemeyiz, “Can”ımızdan koparız.
- Bu tıkanıklık, lâtif duyular, duygular ve hâlleri yaşamamızı engeller. Merhamet, basiret, feraset, sürûr, itminan, reca’ gibi varoluşumuz için olmazsa olmaz önem taşıyan derin insani değerler körleşir.
- İnsan ilişkileri var gibi görünürken, gittikçe yüzeyselleşir. Aşk ucuzlar; anonimite arttıkça, ilişkinin esas boyutu, “Can”ların teması, muhabbeti azalır. Sanal ilişkinin aksine, gerçek, “Can”lı ilişkide insan sadece ışığın fiziki yapı taşlarını, fotonları algılamaz; nûru da algılar. Nûrsuz ilişki ölü ilişkidir, hayatın gölgeli hâlidir. Bu mânâda sanal ilişki bırakın yakınlaşmayı, birikim yaptığında, bizleri birbirimizden daha da uzaklaştırır, nûr açlığı oluşturur. Bu açlık sebebiyle evde gül gibi karısı, kocası, çocukları yanı başındayken, insanlar divane bir Mecnun gibi, sanal Leyla’yı ararlar (ABD’de internet bağımlıları %31 oranında evlilik dışı ilişki yaşarlar).
- Gerçek hürriyetin, bulunduğumuz nefs katından daha üst bir kata tekâmül etmek olduğunu hatırlarsak sanallık, sınırların aşılması ile ışık hızında bir genişleme yaşanıyor yanılgısına sebep olur. Evet, dünyanın ve evrenin bütün sırları, Google Baba’nın sihirli kutusunda gizli gibi görünür ve buraya ulaşım büyük bir güçlülük duygusu verir. Fakat insan bilmez ki, gönüle ulaşmayan bilgi fazlası, sadece akla depolandıkça kulak, burun ve ağız deliklerinden taşıp gider. “Baş” büyür, şişer, artık neredeyse taşınamaz hâle gelir ve kalp kapısı daraldıkça daralır.
- Sanal medyanın gayri-ahlâkî içerikleri hırs, şehvet, gurur, kibir, ucûb, öfke, nefret, kaygı ve benzeri duyguları tetiklediği için alt bilinçdışı kompleks ve gölgeleri daha aktif hâle gelir. Bu aktivite davranışa dönüştüğünde, aşağılara doğru düşüş de başlar. Gıybet, iftira, suizan izlendiğinde -aslında dışarıya yansıttığımız, kendi kusur ve rezilliğimiz olduğu için (yansıtmalı özdeşim)- öz eleştiri kabiliyetimizi kaybeder ve ucûb (kendini beğenme) hâline geçeriz. Nefs-i levvâme katının ibret, aklıselim, vicdan görüşü gittikçe azalır, muhakeme kabiliyetini yitiririz. Ayıpların, kusurların teşhir edilmesi, insanlar arasındaki bilinenin ötesinde derin bağlar nedeniyle hem o sergilenen kişiye zarar verir (sanki canlı canlı onun etini yemiş gibi oluruz) hem de bize.
- Neticede 4 ilişki kategorimiz dumura uğrar; insanlara yakınmışız gibi görünürken yabancılaşma artar. Tabiat ve dünya ilişkisinde eşyanın hakikatinden koparız; “âyet”leri (ilâhî işaretler) artık göremeyiz, hissedemeyiz. Kendi kendimizden, özellikle de “Can”ımızdan uzaklaşırız. Ama en belirgin ve üzücü olanı, kendini aşma, transendenz kabiliyetimizi yitirir, Matrix’in sanal âlemine hapsolur ve sahte hâllerle (false states) kendimizi avuturuz. Aşkın (müteal) bir Tanrı kavramı, O’ndan gelen işaretleri artık alamadığımız için, gittikçe silinir. Bu durumda ya alternatif idol arayışı başlar ya da bir iman sahibiysek artık ibadetlerimizden aynı hazzı alamaz duruma geliriz. Namaz boş bir ritüel hâline dönüşebilir, “yıldızlar kapısı” artık geçit vermez.
- Ve bu boşluğu, hiç vakit kaybetmeden, “mutlak etkinliğin” (absolute efficency) sözde sahibi, Abraxas efendi doldurur…
Matrix'ten Nasıl Çıkılır?
Bu bölüm, Nefs Psikolojisi kitabından ve Mustafa Merter'in, J. Twenge'nin Türkçe'ye ``i-Nesli`` adıyla çevrilen kitabına yazdığı önsözden alınan değerlendirmelerle oluşturulmuştur.
Özellikle ergenler için tavsiyelerim:
- Sistematik spor uygulamaları. Grup hâlinde veya ferdî olarak yapılan spor faaliyetleri.
Futbol, voleybol, basketbolun yanı sıra yüzme, dalma, yelken, rüzgâr sörfü, uzun mesafe koşuları (jogging), tabiat ve dağ yürüyüşleri (trekking), kayak, tırmanma gibi sportif tatbikatlar, sadece bedeni rahatlatmaz, merkezî sinir sisteminde endorfin artışı nedeniyle de psikolojik bir ferahlık da getirir. İdeal olan bu faaliyetlerin, ebeveynler tarafından, çocuk veya ergenle beraber yapılmasıdır. İlişki açlığı da tatmin olur. - Sanat faaliyetleri, mesela mûsikî; değişik enstrümanların icra edilmesi. Hat, ebru, resim dersleri. Mesela, akşamları televizyon seyretmek yerine, ailece mûsikî icra edilmesi, olağanüstü bir bağ oluşturabilir.
- Hayvan sevgisinin teşvik edilmesi, mesela binicilik, atlı sporlar. İnsan ve at arasında inanması zor bir müspet ilişki zuhur edebilir. Bâhusus yurtdışı tecrübelerimden, ergenlik krizi yaşayan genç kızların bu yöntemle fark edilir bir oranda düzeldiklerini gördüm.
- Yurtiçi veya yurtdışı kültür seyahatleri.
- Ailece edâ edilen umre veya hac farizaları.
- Yine ailece beraberce yapılan hafta sonu hayır ziyaretleri. Bütün bu tatbikatların, hastalık daha yerleşmeden, çok erken yaşlardan itibaren gerçekleşmesi ve ailece eda edilmesi çok önemli.
Evet, ferdî olarak bunlar yapılabilir ama kanaatimce böyle devasa bir problemle baş edebilmek için sivil toplum kuruluşları ve resmî kurumlara da büyük görev düşüyor.
Sivil toplum kuruluşlarının ve resmî kurumların bu hususta yapabilecekleri:
- Televizyon reklamları, duvar panoları ve yazılı basın yoluyla kamu duyarlılığının harekete geçirilmesi.
- Okullarda psikolojik danışmanların, yukarıda bahsettiğimiz testler vasıtasıyla durumu belirlemesi.
- Üniversitelerde bu mevzu üzerine daha geniş muhtevalı araştırmalar yapılması.
- Ulusal bir “sanallıkla mücadele politikası”nın belirlenmesi. Bu çalışma özellikle Matrix hayatının millî ekonomiye verdiği zarar açısından da önemli. İş kayıpları, psiko-somatik hastalıklar, şiddet patlamaları, polisiye olaylar ve hukuk sisteminin aşırı yüklenmesi, eğer hesabı yapılırsa, bizleri çok şaşırtıcı rakamlarla karşılaştırabilir.